30 Aralık 2014 Salı

Yeni Yıla Yeni Umutla...

Her bitiş yeni bir başlangıca gebedir. Bitişler hüzün, başlangıçlar ise umut ve sevinci müjdeler. Tek düze bir hayat yaşamıyoruz. Yaşadıklarımız  bizi sevindirip, mutlu ettiği,  hayattan tat almamızı sağlayacak türden  güzellikler  olduğu gibi, içimizi acıtan, üzen, bazen sinirimizi hoplatan, kimi zaman yaşamaktan bezdiren olaylar da geçmiştir başımızdan... İyisiyle, kötüsüyle, huzuruyla, huzursuzluğuyla, mutluluğuyla, mutsuzluğuyla, acısıyla, tatlısıyla, günahıyla  sevabıyla yaşanan her an geride, dünde kaldı... Bu gün yeni bir gün yeni bir yıl yeni bir umuttur.
Yeni yılda  yeni  umutlar yeşersin yüreğinizde, sağlık, huzur, mutluluk, dostluk, sevgi duyguları kök salsın gönlünüzde. Sevdiklerinizle birlikte, mutlu ve umutlu yıllar gezinsin ömrünüzde...

Ülkemiz ve insanlık alemine, göz yaşlarının son bulduğu, acıların, zulmün, tacizin, tecavüzün, haksız yere ölümlerin, savaşların, yolsuzlukların, yoksullukların, haksızlıkların son bulduğu, huzur ve güvenin, adaletin sağlandığı, sevgi, barış ve kardeşliğin hakim olduğu bir dünya diliyorum...

Mutlu Yıllar
Hanife Mert

27 Aralık 2014 Cumartesi

İnsanın Yaratılış Gayesi!

İnsanoğlu kendini tanımaya başladığından beri 'Ben neyim?,'Nereden geldim?', 'Niçin varım?, 'Nereye gideceğim? gibi sorulara cevap bulmaya çalışmıştır.
  Evet, insanın mutlaka bir yaratılış gayesi, bir varlık sebebi ol­malıdır. Gerçek akıl sahibinin kabulde tereddüt etmediği ilk gerçek bu­dur. Bu yüzdendir ki, insan denilen yaratık, ta ilk günden beri, 'Niçin yaratıldım? sorusunu cevaplamak için beyninin sınırları­nı zorlayıp durmuştur.


Bu anlamda kimine  göre insan, dünyaya gelir, her canlı gibi yer, içer, gezer, tozar gününü gün eder vakti gelince ölür ve sonra toprağa karışır gider. Yani, insan yaşamak için yaşar. Basit dünyevî hedeflerin ötesinde bir yaratılış amacı yoktur. O, ot gibi yaşayıp gideceğini, sonra ot gibi kuruyup yok olacağını düşünür. Oysa  İslam’a göre, insanın yaratılış gayesini Allah (cc) belirlemektedir:
“Ben cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım” (51/Zâriyât, 56)
“Sizi boşuna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (23/Mü’minûn,115)
  İnsan, yalnız yemek,içmek, gezmek tozmak için  yaratılmış olsaydı onun herhangi bir hayvandan farkı olmazdı. Zira insan boş yere yaratılmamış ve başı boş da bırakılmamıştır. O,bir görevi yerine getirmek için yeryüzüne gönderilmiştir Kendisi gibi herhangi bir yaratığa kul, köle olmak için değil; yaratanını tanımak ve O’na ibadet etmek, dünyada Allah’ın hükmünü hakim kılmak, buna karşı çıkan engelleyici güçleri (fitneyi) bertaraf etmek suretiyle halifelik görevini yürütmek için yaratılmıştır. İnsan, nefsi için değil; Allah’a ibadet etmek için, şu fâni dünya için değil; ebedî hayat için yaratılmıştır. Allah'a ibadet için yaratılan insan, bu kulluğunun karşılığını hem dünyada hem ahirette alacaktır. Allah'ın emirlerine itaat, dünya ve ahiret mutluluğuna sebeptir.
İnsanın yaratılış sebeplerinden biri, en geniş anlamıyla yeryüzü yönetiminden sorumlu olmaktır. Halife olmanın anlamı budur. O halde insan, kendi toplumuna huzur ve adaleti hakim kılma görevinin yanı sıra, yeryüzünde yaşayan diğer canlıların hayatlarını devam ettirmelerinden, yeryüzündeki bitki örtüsünden, çevreden ve benzeri şeylerden de sorumludur. Aslında bu görevi de, Allah'a ibadet görevinin çerçevesi içinde görülmelidir. Çünkü namaz, oruç, zekât gibi şekli belirlenmiş ibadetler ve helal-haram gibi konularda Allah'a karşı görevini yerine getiren insanın, dünya hayatıyla ilgili çabaları da ibadet kapsamı içerisine girmektedir. Belirlenmiş ibadetlerini yerine getirmeyen, ahlâkî kurallara riayet etmeyen kimsenin, dünyayı imar görevini yerine getirmesi ise, kendisine manevî alanda herhangi bir değer kazandırmaz. Böylesi insanların hayvanlardan farkı yoktur. Çünkü hayvanlar da fesat çıkarmayıp yeryüzünün îmarına hizmet ederler.

Allah'ın emirlerini yerine getiren kimsenin, dünya hayatıyla ilgili çabalarının da ibadet olarak görülmesi, din-dünya ayırımını ve dine ait olan ile dünyaya ait olan gibi bir bölünmeyi de ortadan kaldırmaktadır. Böyle bir ayırım, insan şahsiyetini de parçalar; kişiliğinde birtakım bozukluklara sebep olur. Dünya hayatı, ahiret hayatının bir başalngıcıdır ve onunla sıkı sıkıya bağlıdır. Böyle bir bakış açısı, dünya hayatını olması gereken konuma oturtmuş olur. Bu takdirde dünya hayatı, aşağılık ve çirkef bir hayat değil; ahiret mutluluğunun kazanıldığı bir yerdir; kaçınılmaz bir aşamadır.  Bu bilgiler ışığında  bakıldığında, insan ya da insanlık ne kadar yaratılış gayesine uygun olarak yaşamakta ya da yaratılışının gereğini ne kadar yerine getirebilmekte?  İnsanlığın içinde bulunduğu duruma baktığımızda, insanlığın hüsranda olduğu ve  dünyanın kan gölüne dönüşmesi, acı, zulüm, gözyaşı, hak hukuk adaletten uzaklaşmış bir hayatın dünyaya hükmetmesi sonucu olarak, insanlığın yaratılış gayesinden tamamen uzaklaştığını söylemek sanırım yanlış olmaz. 
  İnsanlığın özüne dönmesi yaratılış gayesinin bir gereği olarak, sevgi, saygı, şefkat, merhamet, hoşgörü, adalet, barış ve kardeşliğin hakim olduğu, zulümleri bertaraf eden bir düzenin hüküm sürdüğü, huzurlu ve mutlu bir dünya hepimizin özlemi...

Muhabbetle
Hanife Mert

Yararlanılan Kaynak:[1] Ahmed Kalkan, İslam Akaidi: 192; Ahmed Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri





9 Aralık 2014 Salı

Değersizleştirilen Değerlerimiz!


İnsanların yaşam felsefesi, değer yargıları değişti. Artık kimse senin kişiliğinle, karakterinle, edebinle, ahlakınla, insanlara, canlılara verdiğin değerle, şefkat ve merhametinle, hoşgörünle, doğruluk ve dürüstlüğünle ,hak ve adaletli davranışınla, vefanla, bilginle, başarılarınla ilgilenmiyor ve önemsemiyor. Hal böyle iken, bir zamanlar erdem sayılan ve olmazsa olmaz olan değerlerin yerini mevki ve makam, para ve güç almış durumda.
  Paran varsa değerlisin. Hele bir de mevki makam sahibi isen deyme keyfine el üstünde tutulursun. Her türlü erdemi, tüm insani vasıfları üstünde taşı, ağzınla kuş tut. Eğer paran yoksa, hatırı sayılır bir mevki makama sahip değilsen pul kadar değerin yoktur insanların gözünde...
 Çünkü insanımız artık derin düşünemiyor. İnsanın içinde sakladığı cevheri görmek istemiyor. O sadece görünen dış yüzüyle ilgileniyor insanın...
  İnsanlar kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne, kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor..
  Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki. Bütün değer yargıları, şekil, görünüş ve madde üzerine bina edilmiş. Şeklin güzelse adamsın, paran varsa adamsın, zenginsen adamsın, mevki makam sahibi isen adamsın gibi.. Kaldı ki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. Medeniyetimiz erdem sayılan bu değerler üzerine kurulmuştu. Bu topraklar nakış nakış adalet, güzel ahlak, haya ve edeple inşa edilmiştir. Bu günlere kolay gelmedik. Lakin şuan baktığımızda, her türlü olumsuzluğu, yanlışı sadece izleyen, sorgulamaktan, hesap sormaktan yoksun, kutsal değerleri önemsemeyen bir toplum ile karşı karşıyayız. Kendimizi kapitalist dünyanın aldatıcı süsüne kaptırdık gidiyoruz. Her şeyimizi paraya endeksledik. Bizi bir arada tutacak ne kadar güzel değerler varsa onları sıradanlaştırdık. İnsana saygı hak getire. Vicdansızlık, merhametsizlik, edepsizlik, riya,adaletsizlik, kap kaççılık, adam kayırma, diz boyu.Yolsuzluk rüşvet tavan yaptı. Rabbena hep bana demekten, yardımlaşmayı paylaşmayı unuttuk.
Hal böyle iken mutsuzluk ve huzursuzluk peşimizi bırakmıyor. Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması ile,toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz.
  Yoldan geçen yayaya çarpıp kaçan sorumsuz, ruhsuz insanların olduğu gibi, yerde yatıp canı yanarak kurtarılmayı bekleyen kimseye yardım etmek yerine sadece bakıp geçen kişileri görüyoruz... İyinin- kötünün, haklının-haksızın, doğrunun- yanlışın, güzelin- çirkinin... birbirine girmiş durumda olduğu bir toplumda yaşamaya çalışıyoruz.
Belki çok genelleyici ve karamsar bir yazı oldu. Ancak sayıları günden güne azalsa da; değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanların olduğunu biliyorum ve benim saygı ve hürmetim onlara... Parasına, makamına, arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, güçsüzü ezenlere, yetimleri yerenlere değil...

Muhabbetle
Hanife Mert

30 Kasım 2014 Pazar

Kayıplarla gelen hediye!

İnsan yeter ki kaybetmeye görsün! Bir yerden başladı mı,  arkası çorap söküğü gibi gelir. Kimi zaman hızına yetişemez olursun, ardı arkası kesilmeden devam eder. Her kayıp, insanda üzerine vurulan bir balyoz etkisi yapar. Silkinip kalkmaya çalıştıkça üzerine bir diğeri iner. Gücün kuvvetin kesilir. Çaresiz kalırsın. Beden yorgun düşer. Düşünceler karma karışık, ruh kafesine sığmaz olur. Bedenden çıkıp özgür olmak ister lakin ona da izin verilmez. Sonunda teslimiyet...
  Kim bilir,  belki de hayatın bir oyunu, kaderin insana çizdiği bir rota yol haritası idi. "Öldürmeyen acı güçlendirir" misali seni güçlü kılmaktı, mücadele gücünü arttırmaktı, gelecekte sunacağı acılara karşı dayanma gücünü test etmekti belki… Belki de umut, sabır, mücadele üçgeninde hayata tutunacak bir dal uzatmaktı güçsüz yüreklere...
   Pencerenin önüne oturmuş dışarıyı seyrediyordu. Uçan kuşlara takıldı gözü. "Ben de sizin gibi özgürce uçabilsem, sevdiğimin diyarına gidebilsem" diye düşündü. Derin bir iç geçirdi. "Gidemem ki"... Çünkü kaybettim! Dedi. Zihni bulanık kafası karışıktı. "Bu kaybı hak etmedim. Hatalıyım kabul. Hırsımın ve ihtirasımın kurbanı oldum. Lakin bedeli bu kadar ağır olmamalı idi. Küçük yaşta üzerime aile gibi dev bir sorumluluk yüklenmişti. Cahildim, kendime güvenim yoktu. Köyden şehre gitmiştim. Korkularım vardı. Kaybetme korkusu bu korku tüm benliğimi sarmış, beynimi aç bir kurt gibi kemiriyordu... diye savundu kendini kendine karşı.
 Geçmişini yaşadıklarını, onları mutsuz eden sebepleri düşünmeye başladı tekrar. Bir taraftan kendini sorguluyor, aynı zamanda da yargılıyordu. Zira düşüncesinde yaşattıkları bir filmin fregmanı gibi idi. Onun için artık fregman bitmiş gerçek film başlamıştı. O da biliyordu ki, fregmana değil gerçeği yansıtan filmin bütününe yoğunlaşmalıydı. Hayatı bütünüyle değerlendirmeli idi. Gözleri doldu, kaşları çatıldı. Derin bir iç geçirdi. Yanan yüreğinde derin bir acı hissetti. 
     Vakit öğleni geçmişti. İnsanın yüzüne alev alev vuran yakıcı güneş ışığının etkisi azalmıştı. Rüzgar yoktu lakin evin yanında akan derenin başındaki iğde ağacının yapraklarının hışırtısı ve kokusu insana huzur veriyordu. Bir müddet ağacın gölgesinde oturdu. Kokuyu içine çekti. Sonra her şeye rağmen hayatın güzel ve yaşamaya değer olduğunu düşünerek,  yokuş yukarı kaldığı yerden yürümeye devam etti...
  Yaşadığımız müddetçe canımızı sıkan, içimizi karartan, gözyaşlarımızı inci gibi döküveren olaylarla muhatap oluruz.  İlk bakışta dayanılmaz gelen acı anlar, sonrasında kalbimizi kuş gibi hafifleten, ruhumuzu ısıtan tatlı tecrübelere dönüşüverir.
  Hayatımızda ki, kırık dökükler, yıkıntı ve ziyanlar, kayıp ve yenilgiler yenilenmenin, yeniden doğuşun tohumlarını ekiyor aslında… İnsan acıyla güçleniyor. Her acı derinliklerinde gizli hediyeler barındırır. Yapmamız gereken acımızla barışıp, onu çözümlemek ve  derinlerinde sunduğu hediyeyi  kabul etmektir.

Muhabbetle,
Hanife MERT

23 Kasım 2014 Pazar

24 Kasım Öğretmenler Günü Kutlu Olsun.



Sevgi emek ister, emek ise mücadeleden yılmayan koskoca bir yürek .. Yüreği sevgi dolu öğretmenlerimiz,bıkmadan usanmadan verdiğiniz emeğin karşılığı bir günle sınırlanamaz.
  Bu gün hepimiz için özel bir gündür.Çünkü hepimiz şu anki bulunduğumuz konumumuzu, emeğini inkar edemeyeceğimiz eli öpülesi öğretmenlerimize borçluyuz. Onların hakkını ödemek çok kolay olmasa gerek.Şartlarının çok ağır,sorunlarının çok fazla, olmasına rağmen asla mücadeleden vazgeçmeyen öğretmenlerimizi sevgi ve saygı ile yad ediyorum.

Geleceğimizin güvencesi yavrularımızı da aynı hassasiyet ve özveri ile yetiştirmeye çalışan vefakar ve cefakar öğretmenlerimize, sevgi saygı ve anlayış çerçevesinde icra ettiği mesleğin ne kadar değerli kutsal ve onurlu bir meslek olduğunu hissettirebilmeliyiz.
Bu öğretmenler gününün, geçerli bir sebebe dayandırmadan, bizim sosyal ve toplumsal yapımıza uygun olup olmadığı göz önüne alınmadan,her fırsatta değiştirilerek,yap boz tahtasına döndürülen Milli Eğitim Sisteminin gözden geçirilmesi çocuklarımız ve öğretmenlerimize yaraşır hale getirilmesine, eğitimin çağdaşlaşması ve bilimsel olarak geliştirilmesi yolunda yeni adımların atılmasına ve öğretmenlerimizin hak ettiği değere kavuşturulmasına vesile olması dileğimle, başta başöğretmenimiz M. Kemal Atatürk olmak üzere   onun izinden giden tüm öğretmenlerimizin, öğretmenler günü kutlu olsun
Muhabbetle,
Hanife Mert

15 Kasım 2014 Cumartesi

Tüm Şevki Kırılmışlara...

Fakir bir genç adam geceleyin kulübesinde uyurken, uyku ile uyanıklık arasında odasının ışıkla dolduğunu görür. Gaipten gelen bir ses ona şöyle der: “Bundan böyle Allah için çalışacak ve kulübenin önündeki büyük kayayı bütün gücünle iteceksin!”
  Bunun Allah’tan gelen bir emir olduğuna inanan adam, ertesi sabah kayayı itmeye başlar. Daha ertesi gün ve izleyen haftalar güneşin doğuşundan batışına kadar taşı itip durur. Aylar süren uğraşı sırasında kaya yerinden bile kımıldamaz. Adam gece kulübesine yorgun-argın dönerken, gününün boşa geçtiğini düşünüyordur artık.
  Onun şevkinin kırıldığını hisseden şeytan kalbine vesveseler vermeye başlar: “Ne kadar zamandır bu kayayı itip duruyorsun, bir milim bile kımıldamadı. Kendine bunun için niye yazık ediyorsun? Onu yerinden oynatman zaten mümkün değil..”
  Böylece, gence görevi yerine getirmesinin imkânsız olduğunu, dolayısıyla başarısızlığa uğradığı duygusunu aşılamaya çalışır.
  Bu tür düşünceler onun şevkini daha da kırar ve ümidini gitgide yitirir. “Doğru ya, kendimi bu iş için niye paralıyorum ki?” diye kendi kendisine söylenir. “Bundan sonra azıcık bir kuvvet harcayacağım. Bu da yeter de artar bile. Koca kaya yerinden kımıldamayacağına göre.”
  Ve kararını duâsında Allah’a bildirir. “Allahım, uzun zamandır durmadan dinlenmeden Senin dediğin gibi hareket ettim. Bütün gücümle istediğin şeyi yaptım. Hergün yoruluyorum, ama kayayı bir milim bile kımıldatamıyorum. Neden böyle? Neden başaramıyorum?”
  Gaipten bir ses şefkatle cevap verir: “Ey kulum, uzun zaman önce sana emrime uymanı istediğimde kabul etmiştin. Sana görevinin kayayı bütün gücünle itmek olduğunu söylemiştim ve sen de yapmıştın. Ben sana hiçbir zaman onu yerinden oynatmanı beklediğimi söylemedim ki! Senin görevin onu itmekti. Şimdi gücünün tükendiğini, başarısızlığa uğradığını söylüyorsun. Kendine bir bak bakalım. Kolların daha da güçlendi, pazuların büyüdü. Sırtın ağırlığa dayanıklı hale geldi. Bacakların kalınlaştı ve kuvvetlendi. Taşı itmeye başladığından çok daha kuvvetlisin şimdi. Evet, kayayı kımıldatamadın. Ama senden istenen emre itaat etmen ve onu sadece itmendi. Kayayı yerinden oynatacak olan Ben’dim.”
  Hatasını anlayan genç, ertesi gün kendi görevinin kayayı yerinden oynatmak değil, onu var kuvvetiyle itmek olduğunu düşünerek verilen görevi yerine getirir. İkinci gün, üçüncü gün derken, kaya birden yerinden kımıldar. O zaman kayayı yerinden kımıldatanın kendisi değil Allah olduğunu anlar. Biraz daha uğraştığında, kaya biraz daha oynar ve kenara yuvarlanır. Altından da kendisine ömür boyu yetecek kadar büyük bir hazine çıkar.”
  Yukarıdaki öyküyü daha önce okumuş olmama rağmen, geçenlerde katıldığım bir dost buluşmasında yeniden hatırlayınca, ilk kez duyuyormuşcasına etkilendim. Bilmek ile idrak etmek farklı çünkü. Bilginin inancı beslemek ve doğru biçimlendirmek için vazgeçilmezliği şüphesiz. Ve bazen bilgiyi mucizevî kılan, onun tam da ihtiyacınız olduğu anda karşınıza çıkması ve idrâk edilmesi. Bunun hikmetten bir cüz olduğuna inan biri olarak, bildiğimiz, yanı başımızda duran pek çok detayın veya okuduğumuz bir öykünün, dinlediğimiz bir sohbetin veyahut hayatımızın kıyısından teğet geçen herhangi birinden duyduğumuz bir cümlenin, bazen ne büyük mânâlar ifade edeceğini bilirim. İnsan olarak, hangi rol ve kimlikler içinde hayatımızı idâme ettiriyor olursak olalım, bazen büyük bir heves ve ümitle başladığımız şeylere olan inancımızın zayıfladığını görüp, sarsılırız. Ne zaman böyle duygulara kapılsak, baktığımız yerden gördüklerimiz canımızı yakar. Aslında, gördüklerimiz yanlış değildir; baktığımız noktadan bundan gayrısını görmek mümkün değildir çünkü. Ancak yanlış taraftan baktığımızı fark ettiğimizde, manzara tamamen değişir. Şeytanın “bak” dediği yerden görmek ile, Allah’ın “bak” dediği yerden görmek arasında adına “hakîkat” denilen küçük (!) bir fark vardır vesselam.
Kaynak: Derya Güney


Her kıssada alınacak mutlaka bir hisse vardır. Her fırsatta dostlarımla severek paylaştığım bir hikaye... 

Alıntı



13 Kasım 2014 Perşembe

Her insan bir değerdir!


Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet anlamına gelen "DEĞER" bu anlamıyla tüm değerlerin üstünde olan ve yaratılışı itibariyle değerli onurlu şerefli yaratılan insana yakışmaktadır. 
Hiç şüphesiz insan şerefli, onurlu ve değerli bir biçimde yaratılmıştır. Onurlu olarak yaratılan insanı onurlu veya onursuz kılan ise, onun iradesini kullanış biçimi olan davranışlarıdır. İradesini olumlu yönde kullanan insan değerli, onurlu, uyumlu, mutlu, olgun aranılan bir insan olurken, olumsuz davranışlar sergileyen kimse ise, toplum dışı, sevilmeyen, istenmeyen biri oluverir... Her ne kadar son dönemlerde toplumumuzda, onursuzca davranışlar sergileyen kimseler değer görmüş, baş tacı edilmiş gibi gözükse de, onursuzluk yapmaktan uzak değildir.
 Her insan bir değerdir. Hal böyle iken acaba insan değerinin ne kadar farkında? Kendini değerli hissedebiliyor mu? Bu sorulara "evet" yanıtını vermek çok zor. Zira görünen o ki insan yaratılışından gelen ve ona değer katan ve diğer yaratılmışlardan üstün yapan özelliklerine iradesini olumsuz kullanarak ihanet etmiş durumdadır. Böyle olmasaydı aç susuz, evsiz barksız, savunmasız, mutsuz, güvensiz, huzursuz insanların sayıları günden güne artmazdı. Böyle olmasaydı, haksız yere genç yaşlı çocuk kadın erkek gözetilmeden öldürülmezdi. Böyle olmasaydı güç  peşine düşenler tarafından itilip kakılıp dışlanıp, haksızlığa uğramaz, ötekileştirilip dışlanmaz, pisi pisine ölüme terk edilmezdi... 
Her fırsatta  insanlığın kalmadığından, insanlığın insanı terk ettiğinden dem vururuz. Oysa insanlığı kaybeden yitiren de yine insanın kendisi değil mi? Sahip çıkmalı değil miydi? yaratılıştan getirdiği insani değerlerine... O, egosunu her şeyin önüne geçirerek güçlü olma yarışına girmiştir. 
   Toplumda değerli olarak görülen, herkes tarafından kabul edilen maddi ve manevi bazı kavramlar vardır. Vatan gibi, bayrak gibi, tarih, kültür, din, ahlak, namus, para, mevki,makam rütbe,  vicdan, hak, hukuk, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, vefa gibi...Bu kavramlar insanı insanca yaşamaya sevk eden ve tercihi onun değerini ortaya koyan kavramlardır. Tercih kişiye ve ait olduğu toplumsal yapıya göre farklılık gösterir. Zamana ve zemine göre kimi değerler önemini yitirirken kimi de değerine değer katar.
  Bir insan paraya önem veriyorsa, çok para kazanmak için ister istemez başını eğecektir. Bu da onun değerini düşürür. Başı dik olarak gezmek istiyorsa insan, maddi değerlerden çok manevi değerlere yönelmeli. Üç kuruşluk çıkar elde etmek için, beş kuruşluk adamların önünde eğilmemeli... Kişinin değeri değer verdiği şeyler ile ölçülür.
 İnsani ilişkilerde içtenlik, dürüstlük, dostluk en değerli kavramlardır. Bu kavramlara uyanlar daha çok değer kazanırken; bencil, çıkarcı, duygu ve düşünce yoksulu kişiler ise var olan değerlerini azalttıkları gibi zamanla dibe vururlar.
 Değerimiz giyim kuşamla, rütbeyle, makamla artmaz. Günümüzde ne yazık ki iş ayağa düştü, ayaklar kafanın yerine geçti, değer yargıları değişti. İnsanlığın yararına  çalışan bilim, sanat adamları değer görmezken, parayı mevkiyi, makamı elinde bulunduranlar, siyasetçi, futbolcu, artistler, şarkıcılar el üstünde tutulurken, insanlığa faydalı eserler bırakmak için gecesini gündüzüne katan bilginlerin, sanatçıların değeri ise; "kör ölünce badem gözlü olur" misali  ancak onlar öldükten sonra anlaşılıyor..
  Değer insanın sahip olduğu güzellikler olarak ifade edildiğine göre gelin kaybettiğimiz değerlerimizi tekrar kazanalım ve kazandıralım. 
Zira en güzel köprü gönüller arasında kurulandır. Kurulan köprüleri yalansız riyasız sözlerle güzelleştirelim. Her şeye sevgi, şefkat ve merhametle  bakalım. Dilimize gerçekleri konuşturalım. Zalime karşı dik durarak, mazlumun yanında duralım.. Bilgiyi, kültürü, sanatı,  yeniden canlandıralım. Sevdiklerimize sevgimizi gösterelim, bunu  en güzel çiçeklerle taçlandıralım.. Kalemlerimiz her an doğruyu, iyiyi, güzeli yazsın. Gönül kapılarımızı mutluluğa açalım... 

Değer yargılarımız kimliğimizdir, bizi yansıtır...

Muhabbetle,

Hanife MERT

YENİ KİTABIM YOLCULUK ÇIKTI!

Uzun bir aradan sonra merhaba diyerek yeni döneme başlamak istiyorum. Bir süredir bloğumdan ve   değerli blog arkadaşlarımdan uzak kaldım. S...