sevgi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sevgi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ocak 2021 Salı

"ŞİDDET VE KADIN


“Sevginin bittiği yerde başlar şiddet.” Şiddet; güç ve baskı uygulayarak kimilerine göre stres atmak, kimilerine göre varlığını ispat etmek, kimine göre de öz güveni olmayanların baş vurduğu psikolojik bir durum. Sevginin olmadığı yerde çıkar ortaya. Hal böyle iken sevginin olmadığı yerde güzellik ve iyilikten bahsedilemez. Oysa sevgi öyle dolu bir şey ki hiç eksilmez. Verdikçe çoğalır. “ Seni seviyorum” cümlesi ne kadar güzel, öyle değil mi? Sevgi sözcüğünü duymak insanın içini ısıtıyor ne kadar mutlu ediyorsa, tersini duymak da o kadar gerer ve mutsuz eder. 

Ülkemizde kadınlar şiddet görüyor ve öldürülüyor. Kimi sokak ortasında, kimi çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltıyor bedenine. Kimi bıçaklanıyor, kimi yakılıyor, kimi de ıssız bir köşede işkence edilerek öldürülüyor. Baba, kardeş, eş, evlat, sevgili, eski eş, hatta eski sevgili... Kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı, kimi parasızlığı, kimi stresi, kimi de namusu... Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak. Kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor. Kadına reva görülen şiddet, vahşet, zulüm ve ölümler tavan yapmış durumda. 

 Malum bu konular çok fazla yazılıyor, konuşuluyor ancak bir sonuca bağlanmıyor. Her zamanki gibi ateş düştüğü yerde kalıyor ve sadece orayı yakıyor. Vahşeti, şiddeti, zulmü işleyenlere hak ettikleri cezalar verilmiyor. Cezaların caydırıcı özelliğinin olmayışı, hakimlerimizin de insiyatif kullanarak; suçu işleyenleri takım elbise giymesi, efendi  görünmesini kıstas alarak ceza indirimine gitmesi gibi nedenler kanımca şiddet meraklısı pek çok hasta ruhlu insanları harekete geçirmede etkendir. 

  Sebep ister psikolojik, ister sosyolojik, ister ekonomik, isterse toplumsal olsun. Toplumumuzun bu kanayan yarası ciddiyetle ele alınmalı ve çözüme kavuşturulmalı. Bu vesileyle kadınlara uygulanan şiddetin ve kadın ölümlerinin son bulduğu, kadın hak ve özgürlüklerinin tüm kadınlara tanındığı, kadına; anaya, eşe hak ettiği sevginin, saygınlığın, değerinin kazandırılması en öncelikli dileğim...


Muhabbetle,

Hanife Mert


3 Temmuz 2020 Cuma

Evlilik bir ast - üst ilişkisi değildir!


  Hiç kimse boşanmak için evlenmez. Zira her genç kızın hayalidir beyaz gelinlik içinde dünya evine girmek. Aynı zamanda genç erkeğin de sevdiği bir kadınla hayatını birleştirmek. Masum niyetlerle kendilerinde var olduğuna inandıkları üstün meziyetlerle baş tacı edileceğini umarak evlilik hayallerini gerçekleştirmek isterler. Çoğu zaman severek ve anlaşarak kurulur yuvalar.

Niyetler güzel, başlangıçlar güzel ya sonra? Nasıl oluyor da mutluluk coşkusu, huzursuzluk kabusuna, eşler birden kurt adama dönüşüveriyor? Aile nasıl psikolojik bir savaş ortamına sokuluyor? Eşler birbirine öyle davranışlar sergiliyor ki, yıllarca güzel geçinmiş iki insan bile günün birinde eşine “Seni hiç tanıyamamışım.” diyebiliyor. Evlilik sürecinde gerçekten de değişime uğruyoruz ya da mecburen değişmek zorunda bırakılıyoruz! Umduğunu bulamayanlar, hayal kırıklığına uğrayanlar, sonradan aklı başına gelenler, gözü açılanlar, rahatı sindiremeyenler…

Hiç şüphesiz bir aileyi ayakta tutan, onun uzun ömürlü, mutlu ve huzurlu bir yuva olmasını sağlayan en önemli etken; eşlerin birbirine sevgiyle bakması ve sevgi ile bakan gözlerin birbirine güven duymasıdır. Sevgi ve güvenin olduğu yerde saygı olmaz mı hiç? Elbette olur.

Boşanmaların hızla arttığı günümüzde, sayıları az da olsa uzun yıllar mutlu bir şekilde evliliklerini sürdürmüş nice insanlar tanıyorum. Onlara uzun süren evliliğin sırrını sorduğumda aldığım yanıt; yüreklerini sıcacık yapan ve hiç tüketemedikleri “sevgi” birbirlerine karşı duydukları “güven” ve “saygı” olduğudur. Bu üç sac ayağı, devamında uzun süren bir evliliği beraberinde getirecektir.

Sevginin açamadığı kapı var mıdır? Elbette yoktur. Günümüzde yaşanan en büyük zulümlerin, gözyaşının sebebi değil midir sevgisizlik?

Buraya kadar güzel. Peki birbirine deli divane olan, büyük bir aşkla severek evlenen eşleri çıkmaza sürükleyen ve boşanmaya kadar götüren sebep nedir? Yanıt çok basit: Ekonomik, psikolojik, sosyolojik, felsefik sebeplerin yanında, bana göre en önemlisi; yüreklerinde var olan sevgiyi kurutmaları… Besleyip büyütememeleri, yok etmeleri... Şiddete kapı aralamalarıdır...

Bunun için sebep çok; arayana bahane mi yok? Evlenmeden önce aile bireylerinin çocuklarına; “kendini ezdirme, idareyi elinde tut. “Evde senin sözün geçsin” gibi telkinlerde bulunması. Acemi bireylerin bu telkinleri gerçekleştirme arzuları. Başkalarıyla kendini mukayese etmek: Başkaları üzerinden kendi ilişkilerini yorumlamak ciddi bir mutsuzluk kaynağıdır aslında. Üzerinden yıllar geçse de bu unutulmuyor.

Örnek mi, buyurun: Yeni doğan çocuğa isim verme meselesi, doğum yaptığında altın takılmaması, eltiye daha ihtişamlı bir düğün yapılıp kaliteli eşyalar alınması, bazı kocaların ev işlerine yardım edip bazılarının etmemesi, çocukların derslerine yardımcı olmama, gezmeye götürmeme vs.

Diğer yandan bizim gibi ataerkil toplumlara has bir kültür olan, erkek çocuklarının kızlardan farklı yetiştirilmesi… Bu şu demektir: Anneler olarak onlara biraz daha esnek davranıp, isteklerini daha çok önemseyip, fedakarca yerine getiririz. Böyle bir ortamda yetişen erkek, doğal olarak evinde eşinden de benzer ilgiyi bekleyecektir. Sabah işe geç kalma telaşı içinde önüne doğru düzgün bir kahvaltı konmaması, işten eve döndüğünde beklediği karşılamanın yapılmaması, kadının çok konuşuyor olması, kadının evde özensiz, çekicilikten uzak olduğu gibi bahaneler silsilesi... Aldatma gibi ciddi sebepler...

Öncelikle şu unutulmamalı ki; Evlilik bir ast- üst ilişkisi değildir.

Aile, kar amacı güden bir şirket değildir. Dolayısıyla eşler de birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışan yöneticiler değildir. Bu bağlamda eşler bir elmanın iki yarısı gibi birbirini destekleyen, birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarıdır. Zira onlar kurulan yuvanın sürekliliğini sağlamak için bu uğurda birlikte mücadele eden, sabır gösteren iki dost olmalıdır.

Ailede huzurun temini ve devamlılığının sağlanması, eşlerin birbirini ast, üst olarak değil, candan bir dost olarak görmesi ile mümkün olacaktır.


Muhabbetle,

Hanife Mert




28 Haziran 2020 Pazar

Hani Bazen!



   Hani bazen hayat üzerimize çöreklenir de nefes alamaz hale geliriz ya! Her şey üst üste gelmiştir. İç dünyamızda tarif edemediğimiz sıkıntılar, hüzünler yaşarız hani. Hani dokunsalar ağlayacak gibi oluruz ya bazen. İçimizden hiç bir şey yapmak gelmez. Kendimizi çaresiz, mücadelesiz, onca kalabalığın içinde yapayalnız hissederiz... Her şeyi olduğu gibi bırakıp kaçmak isteriz hani.Tanıyanı bileni olmayan bir yere kaçıp gizlenmek isteriz, kendimizden kaçmak...

    İnsanın bu denli kendinden uzaklaşmak isteği, yaşadığı ortamın sıkıntılı, belirsiz olması sebebiyle kendinden uzaklaşmak, bulunduğu ortamdan kaçarak çözüleceğine inanma algısı. Bireyleri bu denli çıkmaza sürükleyen neden, yaşadığı toplumun dayattığı yaşam tarzı, buna ek olarak son dönemlerde insanlığı etkisi altına alan beklenmeyen gelişmeler, covit 19 gibi... Ve akabinde ortaya çıkan güvensizlik, sevgisizlik, umutsuzluk gibi duygu birikiminin insan ruhunda oluşturduğu olumsuz etkinin bir sonucudur. Bu durum insanı yalnızlaştıran sebebin başında gelir.

    İnsanın hayatın getirdiği her türlü iyi ya da kötü günler karşısında yaşama sevincini koruyabilmesi, onun sağlıklı bir ruh yapısına bağlıdır. Sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilmek ise insanın önce kendini tanıması ve kendiyle barışık olmasını gerektirir. Kendini bildikçe, kendine yaklaştıkça insan, yalnızlığından arınır. Kendini tanıdıkça önünü aydınlatır, başkalarını da anlar. Kendini anladıkça öz güveni artar. Kendini bildikçe kendini sever. Kendini sevdikçe sevgiyi dilenmez, zaten o sevgi olur. Kendine baktıkça yalnızlığından kurtulur. Kalabalıklaşır ve var olur. Kendini bildikçe hakkı bilir. Kendini bildikçe haddini bilir... 

   Kendini bilen, kendini tanıyan, kendiyle barışık yaşamanın hazzını duyanlardan olmanız dileğimle.


Muhabbetle,

Hanife Mert

26 Mayıs 2020 Salı

SERZENİŞ



Bayram hüzün verir, acı verir nedense?
Beklediğin özlediğin kalkıp sana gelmezse,
Bir de sevdiğin, sevildiğini bilmezse
Ne tadı, ne tuzu, ne de adı vardır bayramın.

Sabah kalkınca, özlediğin sarmazsa,
Acılar çöreklenip yüreğini dağlarsa,
Bu özlem bu hasret beni benden alırsa,
Ne tadı, ne tuzu, ne de adı vardır bayramın.


Küçükler saygıyla elini öpmezse,
Yolda gördüğün bir selam bile vermezse,
Küsler barışını ilan etmezse,
Ne tadı, ne tuzu, ne de adı vardır bayramın.

Büyüklerin hatırını sormazsan,
Görmesin diye köşe bucak kaçarsan,
Mesafeni koronaya bağlarsan
Ne tadı ne tuzu ne de adı olur bayramın.

Ne kurban ne şeker bayramı fark etmez,
Bu kültür bizi sonsuza dek terk etmez,
Sarıl kültürüne, sevgin eksiltmez,
Tadı da, tuzu da, adı da olur bayramın.

Covid 19 virüsünün dünya üzerinde yaşayan insanlar üzerindeki olumsuz öldürücü etkisi sebebiyle evlerimize kapandığımız şu günlerde kutladığımız ramazan bayramının sağlık, huzur, mutlu ve umutlu bir yaşama vesile olmasını diliyorum. Ramazan Bayramınız kutlu olsun.

Muhabbetle,
Hanife Mert

15 Şubat 2020 Cumartesi

Sevgi Yürek İşidir!

Sevmek, seveni sevdiğine ulaştıran yüce bir duygudur. O öyle bir duygu ki paylaşıldıkça azalmaz. Aksine yaşandıkça çoğalır. Onu yaşayan için bitip tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Onun yokluğu insana acı verir, hayatı anlamsızlaştırır. 
   Zira hayatın anlamı,ruhun gıdası, insanın mayasıdır sevgi. Yürekler arasında akan coşku selidir. Öyle güçlü bir duygu ki; Şirinine kavuşmak için Ferhat'a dağları deldirmiş, Leyla'sını ararken çöllere düşen mecnuna Mevla'sını buldurmuş, Yunus Emre'yi hak ateşiyle coşturup diyar diyar gezdirmiş, Mevlana'yı cezbeden asıl güneşin Şems kılığına bürünmüş halidir sevgi.
    Tüm bunları biliyordu. "Peki ben neden yıllarca özene bezene yüreğimde büyüttüğüm sevgimi ona söyleyemiyorum. Neden ben de bir Ferhat  olamıyorum" diyor içten içe kendine kızıyordu. Aynı sokakta aynı okulda olmak da kolaylaştırmıyordu işini. Gizliden gizliye platonik bir sevda yüreğini yakıp kavuruyordu. Artık bu sevgiyi tek başına taşımaktan yaşamaktan bıkmıştı. Ağır geliyordu yüreğine. Paylaşmalıydı... Bilmek onun da hakkıydı. Bir kaç kere teşebbüs etmiş, hatta bir defasında mektup yazmış arkadaşı ile göndermeyi düşünmüştü. Bu durumdan başkaları haberdar olur, hakkımızda dedi kodu çıkar. Ona zarar gelebilir düşüncesi ile yazdığı bu mektup da diğerleri gibi çöp kutusundaki yerini almıştı.
   Karar vermişti,kendisi söyleyecekti. Neler söyleyeceğinin provasını da yapmıştı. Kararlıydı... Ama olmadı. Karşısına geldiğinde boğazı düğümlenmiş, dili tutulmuştu yine, elleri ayakları titremişti. Yüzü kızarmıştı bir suçlu gibi. Unutmuştu  yazılıya çalışır gibi ezberlediği sözlerini... Olmadı, bu defada beceremedi. Olsun dedi, asla onu sevmekten vazgeçmeyeceğim, yapamam istemem de... Nasılsa o gün gelecek diyordu. Ümidini kaybetmemeliydi asla..
 Lise bitmişti. Artık ikisi de üniversiteli olmuştu. Farklı şehirlerde aynı bölümü okuyorlardı. Farklılıklar arasında bir ortak yönü bulmuştu. Aynı bölüm okuyordu. Bu kaderin cilvesi mi diye düşündü. Günden güne sevgisi büyümüş ve tutku haline gelmişti...
     Bir kerecik yüzünü görebilmek, sesini duyabilmek umuduyla,tek katlı müstakil beyaz badanalı evlerinin önünden geçerken aşındırdığı parke yollar, evinin duvarları, sabahlara kadar gözlerini alamadığı tavan şahitti sevgisinin büyüklüğüne. Artık onlar da harekete geçmesini istiyordu.
  Sabahtan beri, bahar havası gibi etrafı ısıtan güneş biranda kaybolmuş, yerini siyah ve kurşuni renge bürünmüş bulutlara bırakmıştı. Yağmur yağıp yağmamakda kararsızdı. Hava bir açıyor bir kapatıyordu. Rüzgar da çıkmıştı. Uğultular etrafı sarmıştı. Havada hüzünlü hatta kasvetli bir hal vardı.           Okuduğu magazin dergisinden; on dört şubatın dünya sevgililer günü olduğunu öğrenmişti. Ülkemizde yeni kutlanmaya başlanmış olması sebebiyle kimse bilmiyordu. Tarih on dört şubattı "neden olmasın, tam sırası diye düşündü." Kırtasiyeden aldığı kenarları gül, karanfil ve  kalp resimleriyle süslenmiş pembe kağıda ona olan sevgisini yıllarca sabırla yüreğinde nasıl besleyip büyüttüğünü, artık tek başına taşıyamadığını yazacaktı. Yazdı da... Sıra mektubu vermeye gelmişti. Kendisi veremezdi. Cesareti yoktu. Gözü koltuğun üzerinde işlengi işleyen kız kardeşine ilişti. Beyninde şimşekler çakmıştı. "İşte kız kardeşimden başkası olamaz!" dedi. Ona bunu kabul ettirmek de zordu. Çekinerek kız kardeşinin yanına geldi. Yüzüne bakıyordu masum masum  Sonra yanağına bir öpücük kondurdu. Kardeşi şaşırmadı. Kendisinden bir şey isteyeceğini anlamıştı."Söyle bakalım ne istiyorsun?" dedi. Elindeki zarfı göstererek "bunu ona götürmeni" dedi. Kardeşi önce reddetti. "Ben yapamam, kızın annesi duyarsa  kızar. Hem arkadaşımla aram açılır. Vazgeç bu sevdadan ağabey. Bu sevdanın  sonunu iyi görmüyorum. Yol yakınken vazgeç" dedi. Lakin ağabeyinin kararlılığı karşısında direnemedi. Çaresiz mektubu aldı elinden. Arkadaşına ağabeyinin mektubunu vermek üzere evden çıktı.

 Kız evde yalnızdı. Çayını demlemiş, tek katlı evlerinin yola bakan odasının penceresinin önündeki kanepeye oturmuş, radyoda istekleri dinliyordu. Çalan şarkı manidardı. Bana bir kez gülmez misin komşu kızı, hiç karşılık vermez misin komşu kızı... şarkısı çalıyordu. Şarkıyı dinlerken bir ses duydu. Kulak kesildi kapı çalıyordu. Kapıyı açtığında karşısında arkadaşı duruyordu. Kız, şarkının da etkisiyle heyecanlanmıştı. İçeri davet etti. Birlikte şarkı eşliğinde havadan sudan sohbet ettiler. Sohbet güzel de orada bulunmasının asıl sebebi sohbet değildi. Ağabeyinin gönderdiği mektubu vermesi gerekiyordu. Zaman zaman vermekten vazgeçmeyi düşündü. "Ağabeyime ne derim? bana kızar" düşüncesi vazgeçmesini engelliyordu. Heyecandan ellerinin içi terliyor, ateş basıyor, yüzü kızarıyordu. Artık sona gelmişti. Nereye kadar sohbet edecekti. "Kalkmam lazım arkadaşım, evden beklerler"diyerek izin istedi. Birlikte kapıya geldiklerinde, ceketinin iç cebine koyduğu mektubu çıkardı: " Bunu sana ağabeyim gönderdi. İçinde ne yazıyor bilmiyorum." deyip gitmekti amacı. Kız mektubu aldı. O anda arkadaşının "içinde ne yazdığını  bilmiyorum" cümlesini hatırladı. Arkadaşını içeri davet etti. "Gel birlikte öğrenelim," dedi. Kız zarfı açtığında elleri titremeye başlamıştı. Dili dolaşıyordu. Kelimeleri yanlış okumamak için özen gösteriyordu. Yüzü hafif hafif pembeleşmişti.
  Kenarları gül ve kalp figürleri ile süslenmiş, özenle yazılmış bir mektuptu. Kağıdın sağ üst köşesinde:
"Her halinle her şeyinle güzelsin,
hata bulmak kusur bulmak güç sende" diye yazılan şarkı sözleri vardı. Devamında da ona olan sevgisinden, sevgisinin büyüklüğünden bahsediyordu. Sevgisini yüzüne söyleyecek cesaretinin olmadığından, niyetinin ciddiliğinden ve hayatının geri kalanını birlikte geçirmek istediğinden bahsediyordu...

 Kız mektubu okurken duygularını gizlese de şaşkınlığını, hayretini gizleyemiyordu. Mektubun tamamını okuyamadı. Mektubu tekrar katladı zarfın içine yerleştirdi arkadaşına uzattı "biz onunla sadece arkadaşız bu mektubu sen kendisine ver" dedi.
 Arkadaşı mahcup olmuştu, üzülmüştü ... O da kızdan böyle bir davranış  beklemiyordu belli ki. Seslenmeden oradan ayrıldı.
 Kız her ne kadar mektupla gelen teklifi reddetse de etkilenmişti. Zira o da erkeğe karşı bir şeyler hissediyordu.    Evlerinin önünden gelip geçtikçe, okulda gördükçe heyecanlanıyordu. Bu teklif onun iyice karma karışık bir ruh haline bürünmesine sebep olmuştu. Kafası karışmıştı. Aslında hoşuna da gitmişti. Beğenilmek, sevilmek kimin hoşuna gitmez ki? Lakin yapamazdı... O, sevgi denen bu asil, güzel duygularını açığa çıkaramazdı. Paylaşamazdı…Yaşayamazdı... İçinde aşamadığı bir korku vardı. Annesi ve babası birbirini deli gibi severken sonları hüsran olmuştu. Acı ve göz yaşına maruz kalmıştı. Kendisinin sonunun da aynı olacağı endişesi engelliyordu kızı... Kendini şartlandırmıştı. Daha çok erkendi...
 Reddedildiğini öğrenen genç çok şaşırmıştı. Yıllarca yüreğinde besleyip büyüttüğü sevgisi karşılık bulmamıştı. Üzülmüştü, taş kalpli, kalpsiz diye isyan etti. Kardeşinin elinden aldığı duygu yüklü mektubu, evin orta yerinde yanan sobanın içine attı ve evden çıktı...
  Kız pencerenin önüne oturmuş onun geçmesini bekliyordu... Pişman olmuştu... İş işten geçmişti artık. Kendince bahaneler üretiyordu. Neden diyordu? Neden kendisi gelmedi? Sevgisini ifade etmek için neden bir aracıya gerek duydu?..
 Erkek de mektubu gönderdiğine pişman olmuştu. Kızı üzdüğü için kendini affedemiyordu. Kızla bir kez de kendisi görüşmeyi düşündü,bunu yapamadı. İkinci kez reddedilmeyi yüreği kaldıramazdı. O kendini inandırmıştı, bu sevdadan hayır yoktu. Vazgeçmeliydi. Yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yaptı. Pılını pırtısını toplamış ve bir daha dönmemek üzere memleketini terk etmişti...
 

 Hikayemizde okuduğumuz gibi kız da erkeği sevmesine rağmen gerek aile ve gerekse toplum baskısı yüzünden sevdiğinin sevgisine karşılık verememiş, belki de kurulacak olan mutlu bir yuva engellenmiştir.   

   Sevginin yaşanmayıp sadece konuşulduğu, yazıldığı ve engellendiği bir dünyada yaşıyoruz. Konuşuluyor, yazılıyor ancak hissedilmiyor. Yada gösterilmiyor. Hal böyle iken insanlar sevgiyi bilmiyor. İşte bu nedenle, dünya üzerinde yaşanan pek çok kötülüğün temelinde sevgisizliğin yattığını söylüyor uzmanlar. Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek bir ihtiyaç haline gelmiştir.

Yazımı  Sait Faik Abasıyanık'ın " Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" sözüyle bitirmek istiyorum. Bu vesileyle Dünya sevgililer ve dünya öykü gününüz kutlu olsun..

11 Eylül 2019 Çarşamba

Değer mi Hiç



Dünya değişim ve gelişim çağında.  Zaman değişiyor buna paralel olarak  teknolojik gelişmeler, kapitalizmin ezici gücü ve metropolleşmenin de etkisiyle,  insanların yaşam felsefesi ve değer yargıları da değişime uğramaktadır. 
 Özellikle son yıllarda toplumumuzda yaşanan örnekler alışılagelmiş bazı değerlerimizin göz ardı edildiği gerçeğini gözler önüne sermektedir. 
Nasıl mı? Örnek çok.  Örneğin; artık kimse senin kişiliğinle, karakterinle, edebinle, ahlakınla, insanlara, canlılara verdiğin değerle, şefkat ve merhametinle, hoşgörünle, doğruluk ve dürüstlüğünle ,hak ve adaletli davranışınla, vefanla, bilginle, başarılarınla ilgilenmiyor ve önemsemiyor da. Hal böyle iken, bir zamanlar erdem sayılan ve olmazsa olmaz dediğimiz  değerlerin yerini mevki - makam, para ve güç almış durumda.
   Paran varsa değerlisin. Hele bir de mevki makam sahibi isen değme keyfine el üstünde tutulursun. Her türlü erdemi, tüm insani vasıfları üstünde taşı, ağzınla kuş tut. Eğer paran yoksa, hatırı sayılır bir mevki makama sahip değilsen pul kadar değerin yoktur insanların gözünde...
Çünkü insanımız artık derin düşünemiyor. İnsanın içinde sakladığı cevheri görmek istemiyor. O sadece görünen dış yüzüyle ilgileniyor.
 Kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne, kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor..
Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki. Bütün değer yargıları;  şekil, görünüş ve madde üzerine kurulmuş durumda. Şeklin güzelse değerlisin, paran varsa saygınsın, zenginsen önemlisin, mevki makam sahibi isen adamsın gibi..
  Kaldı ki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. Medeniyetimiz erdem sayılan bu değerler üzerine kurulmuştu. Bu topraklar nakış nakış sevgi, saygı, vefa, dürüstlük, adalet, güzel ahlak, haya ve edeple inşa edilmiştir. 
   Bu günlere kolay gelmedik. Lakin şuan baktığımızda, her türlü olumsuzluğu, yanlışı sadece izleyen, sorgulamaktan, hesap sormaktan yoksun, kutsal değerleri önemsemeyen bir toplum ile karşı karşıyayız. Kendimizi kapitalist dünyanın aldatıcı süsüne kaptırdık gidiyoruz. Her şeyimizi paraya endeksledik. Bizi bir arada tutacak ne kadar güzel değerler varsa onları sıradanlaştırdık.    İnsana saygı hak getire. Vicdansızlık, merhametsizlik, edepsizlik, riya, adaletsizlik, kap kaççılık, adam kayırma, diz boyu.Yolsuzluk rüşvet tavan yaptı. Rabbena hep bana demekten, yardımlaşmayı paylaşmayı unuttuk. Güçsüz insanlara reva görülen zulümleri, haksız yere cana kıyanları, çocuklara yapılan eziyetleri, hayvanlara, doğaya yapılanları söylemiyorum bile...
Hal böyle iken mutsuzluk ve huzursuzluk peşimizi bırakmıyor. Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması ile, toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz.
 Yoldan geçen yayaya çarpıp kaçan sorumsuz, ruhsuz insanların olduğu gibi yerde yatıp canı yanarak kurtarılmayı bekleyen kimseye yardım etmek yerine, cep telefonuyla videosunu çekip sosyal medya hesaplarında paylaşarak takipçi ve beğeni sayısını arttırmanın, o insanın canından daha önemli olduğu, gözler önünde  bir cani tarafından hayatına kastedilen bir insanın kurtarılması için çaba sarf etmek yerine izlemekle yetinenleri görüyoruz. İyinin- kötünün, haklının-haksızın, doğrunun- yanlışın, güzelin- çirkinin... birbirine girmiş durumda olduğu bir toplumda yaşamaya çalışıyoruz.
   Belki çok genelleyici ve karamsar bir yazı oldu. Ancak sayıları günden güne azalsa da; değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanların olduğunu biliyorum ve benim saygı ve sevgim onlara... Parasına, makamına, arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, güçsüzü ezenlere, yetimleri yerenlere değil...

Değer mi hiç, üç kuruşluk kazanç için onca değerlerimizi heba etmeye?

Muhabbetle
Hanife Mert

17 Temmuz 2019 Çarşamba

Sevgi Öğretilebilir mi






  Yaşadığımız dünyada insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu şeydir sevgi. Zira insanın mayası, ruhunun gıdasıdır. İnsan olduğunu hissettiren, hayatına anlam katan bir duygudur. Sevgi özünde güven, saygı, şefkat, merhamet gibi insanı insan yapan erdemleri barındırır. Böyle olmasına rağmen, yüreklerden sözcüklere inmiştir... Anlam değişikliğine uğramıştır...

  Sevgiyi yüreğinde hissedemeyen insanlar, sevginin özünü oluşturan güzelliklerden uzak kalmış demektir. Sevgisiz insanlar yüreklerinde yalnızlık, değersizlik, kin, nefret ve kıskançlık duygularının kıskacında bocalar dururlar. Böyle insanların hata yapma eğilimi yüksektir.

  Ruhun gıdasıdır dedim ya sevgiyi tanımlarken. Biraz açmak gerekirse, nasıl ki yeterli beslenemeyen, midesini aç bırakan bir insanın vücudunda bir süre sonra biyolojik olarak bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmaz olur. Ruhu sevgi ile beslenememiş aç bırakılmış bir insanda da ruhen bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmazdır.

  Böyle bir durumda Dostoyevski'nin "Cehennem insan yüreğindeki sevginin bittiği yerdir”sözünde ifade ettiği sevgisiz insan modeli çıkar ortaya. Böyle insanların çokluğu savaşların ,haksız yere ölümlerin,tacizlerin tecavüzlerin, adaletsizliğin, haksızlığın, açlığın, sefaletin yoğun yaşandığı bir dünyaya ortam hazırlar. Ülkemizde de yaşanan kadın çocuk cinayetlerinin, tacizlerin, tecavüzlerin, hayvanlara yapılan insanlık dışı zulümlerin çirkinliklerin temel sebebi sevgisizlik olsa gerek. İlginçtir ki, sevgisizlik suçunu işleyenlere; "pişman mısın? " diye sorulduğunda, pişman olmadıklarını söylerler. Çünkü bu durumda vicdan, merhamet, hoşgörü, sevgi, saygı duyguları devre dışı kalmıştır. Böyle insanların olduğu yerlerde hayat diğer insanlar için çekilmez bir hal alır. Kendilerini güvende hissedemezler. Kaldı ki, bu insanların ne zaman, nerede, ne yapacakları önceden tespit edilemez.

  Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek elzem bir ihtiyaç haline gelmiştir. Tıpkı Erich Fromm’un Sevme Sanatı isimli kitabında ifade ettiği gibi, "doktorluğu,mühendisliği,öğretmenliği, marangozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekmektedir.

  Sevgimizi ve onun özünde barındırdığı güzellikleri yaşamalı, göstermeli ve bu yaşantımız başkalarına da referans olmalı. Bu sayede İnsanlığın hak ettiği barış, kardeşlik ve adil bir düzenin hüküm sürdüğü bir dünyada rahat, huzur ve refah içinde yaşayanların çok olduğu bir düzen kurulabilsin...

Muhabbetle
Hanife Mert

14 Mayıs 2019 Salı

Sevgisizliktir En Büyük Engel

  Doğuştan görme engelli olan bir adam zifiri karanlık bir gece yarısında, engelinden dolayı kazanmış olduğu ezbere yol bulabilme yeteneğini kullanarak yürümeye devam ediyordu. Görme derecesi sıfır olduğu halde elinde yanmakta olan bir fener taşımaktaydı. Karşıdan gelmekte olan şahıs ile yüz yüze geldiklerinde, kendisini tanıyan bu şahıs, “Bre kör, sen zaten görmüyorsun ki, o fener ne işine yarayacak” demekten kendini alamamıştı. Bu ifade üzerine görme engelli adamın cevabı manidardır:” 
“Feneri kendim için değil, senin gibiler için taşıyorum ki ben onları görmesem de onlar beni görsün ve böylelikle çarpışmamış olalım. Benim gözüm kör ama senin kalbin körmüş. Yani asıl kör olan ben değilim, sensin.” der.

Etrafımıza hep bakarız ama bazen gördüğümüz baktığımız değildir.  Çünkü bakmak ve görmek birbirinden ayrı şeylerdir. Bakmak sadece vücut gözü ile yüzeysel olurken, görmek ise aklın, mantığın, kalbin, gönlün, ruhun birlikte bakmasıyla, karar vermesi ile olur.  Her birimiz  gün boyunca yakınımıza, uzağımıza, çevremize bakıp dururuz. Hepimiz aynı yere aynı yerden baksak bile farklı şeyler görürüz muhtemelen. Çünkü bakmak yetmiyor her zaman, görmeyi de bilmek gerekiyor…Tabii ki önce nereye nasıl bakacağımız önemli, ondan sonra neyi göreceğimiz görmek istediğimiz..
 
  Olayları ya da kişileri gördüğümüz ya da olmasını düşündüğümüz yönüyle değerlendirir, net ve kesin bir tavırla yargılama hatta mahkum etme yolunu seçeriz. Yanılabileceğimizi, hata yapma ihtimalini düşünemiyoruz maalesef. 

“Gönül gözü görmeyen,  Can gözünü neylesin”
demişler ya hani; hikayede de bu durumu açıkça görmek mümkün. Etrafımızda herhangi bir engelinden dolayı, bakışlarıyla, tavırlarıyla, hatta; “bre kör, bre topal, bre deli...,” gibi onur incitici, aşağılayıcı, dışlayıcı söz ve davranışta bulunanları görmekteyiz. 
Şunu unutmamak gerekir ki insan hayatı tek düze değildir. Sağlık da, varlık da, darlık da  sonsuza kadar sürmez. İncittiğimiz yerden incinmemiz olasıdır...

Böyle insanlara,  kişilere gönül gözüyle bakmalarını önerirken, merhum Aşık Veysel’in;.

Beni hor görme kardeşim
Sen altınsın ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben sac mıyım?

Ne var ise sende bende
Aynı varlık her bedende
Yarın mezara girende
Sen toksun da ben aç mıyım?
 dizeleriyle yanıt vermek istiyorum. Farklılıklarımız bizi asla farklı yapmaz. Zira gelişimiz de gidişimiz de aynı yere olduktan sonra...
   Her insan kendi içinde koskoca bir kainat barındırır. Buna rağmen hiç kimse diğer kimselerin iç dünyasını yeterince görüp bilemez. Bunun nedeni, dışımızda ki olaylara kişilere yeterince ilgi duymayışımız ve duyarsız olmamızdan kaynaklanmaktadır. İnsanların gönüllerine girmeyi başarabilsek, o gönlü feth edebilsek,

Yunus Emre’nin;

“Hakk bir gönül verdi bana,
Ha demeden hayran olur” 
dediği gibi hayran kalmayacağımız bir insan olmazdı. Böylelikle yine

Yunus’un,

“Yunus Emre der: Hoca,
   İstersen bin var hacca,
   Hepsinden iyice,
   Bir gönle girmektir.” 
   
  Dizelerinde ifade ettiği gibi en makbul ibadetlerden birisini de yerine getirmiş olurduk. Eğer girebilseydik karşımızdakinin gönül kapısından, dert ortağı olurduk. Dertleri paylaşır, paylaştıkça azaltırdık derdini ve sevgileri paylaşır, paylaştıkça çoğaltırdık. Kırık kalplere derman olabilirdik belki. Belki onara bilirdik yıkılıp harap olmuş gönülleri. 
Gerçek dostlukların kurulması da gönül ziyaretleriyle başlamıyor mu? İnsanların birbirlerinin gönüllerinde kurdukları sevgi köşkleriyle perçinlenmiyor mu gerçek dostluklar?
Görmesini bilemeyen, dostunun gönlünü kırmaktan çekinmeyen kişiler ; “Ben kainata sığmam ama insanın kalbine sığarım” diyen Yüce Yaratıcı'nın  o güzel mekanını harap etmiş olmaz mı? 
Oysa, 
 “Eğer gönül kırdın ise, Bu kıldığın namaz değil.” dizeleri ve 
     Hz Ömer’in
    “Ey Kabe! Seni bin kere yıksam tekrar yapabilirim, fakat kırılan bir kalbi asla...’’
         Bu ifadeler gönül kırmanın insanı ne büyük bir külfete soktuğunun göstergesi değil mi?

  “En büyük engel sevgisizliktir” onları incitmeyelim diyor, Allah'ın yarattığı her canlıyı sevgiyle kucaklaya bilmemiz, karşılaştığımız tüm insanları gönül gözü ile görmemiz ve gönül kapılarını çalabilmemiz, gönüllerini feth edebilmemiz  dileklerimle; Dünya Engelliler Günü'nü kutluyorum.

Muhabbetle,
Hanife Mert





2 Ekim 2018 Salı

Cehennem Sevgisiz Yüreklerde Yaşanır



Yaşadığımız dünyada insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu şeydir sevgi. Zira insanın mayası, ruhunun gıdasıdır. İnsan olduğunu hissettiren, hayatına anlam katan bir duygudur. Sevgi özünde güven, saygı, şefkat, merhamet gibi insanı insan yapan erdemleri barındırır. Böyle olmasına rağmen,  yüreklerden  sözcüklere inmiştir... Anlam değişikliğine uğramıştır...
  

   Sevgiyi yüreğinde hissedemeyen insanlar, sevginin özünü oluşturan güzelliklerden uzak kalmış demektir. Sevgisiz insanlar yüreklerinde yalnızlık, değersizlik, kin, nefret ve kıskançlık duygularının kıskacında bocalar dururlar. Böyle insanların hata yapma eğilimi yüksektir.

  Ruhun gıdasıdır sevgi. Nasıl ki yeterli beslenemeyen, midesini aç bırakan bir insanın vücudunda bir süre  sonra biyolojik olarak bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmaz ise, ruhu sevgi ile beslenememiş aç bırakılmış bir insanda da ruhen bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmazdır.

    Böyle bir durumda Dostoyevski'nin "Cehennem insan yüreğindeki sevginin bittiği yerdir”sözünde ifade ettiği sevgisiz insan modeli çıkar ortaya. Böyle insanların çokluğu savaşların ,haksız yere ölümlerin,tacizlerin tecavüzlerin, adaletsizliğin, haksızlığın, açlığın, sefaletin yoğun yaşandığı bir dünyaya ortam hazırlar. Ülkemizde de yaşanan kadın çocuk cinayetlerinin, tacizlerin, tecavüzlerin,   hayvanlara yapılan insanlık dışı zulümlerin çirkinliklerin temel sebebi sevgisizlik olsa gerek. İlginçtir ki, sevgisizlik suçunu işleyenlere; "pişman mısın? " diye sorulduğunda, pişman olmadıklarını söylerler. Çünkü bu durumda vicdan, merhamet, hoşgörü, sevgi, saygı duyguları devre dışı kalmıştır. Böyle insanların olduğu yerlerde hayat diğer insanlar için çekilmez bir hal alır. Kendilerini güvende hissedemezler. Kaldı ki, bu insanların ne zaman, nerede, ne yapacakları önceden tespit edilemez.

   Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek elzem bir ihtiyaç haline gelmiştir. Tıpkı Erich Fromm’un  Sevme Sanatı isimli kitabında ifade ettiği gibi, "doktorluğu,mühendisliği,öğretmenliği, marangozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekmektedir.


  Sevgimizi ve onun özünde barındırdığı güzellikleri yaşamalı, göstermeli ve bu yaşantımız başkalarına da referans olmalı. Bu sayede İnsanlığın hak ettiği barış, kardeşlik ve adil bir düzenin hüküm sürdüğü bir dünyada rahat, huzur ve refah içinde yaşayanların çok olduğu bir düzen kurulabilsin...
Muhabbetle
Hanife Mert

19 Ekim 2017 Perşembe

Cehennem sevgisiz yüreklerde yaşanır



Sevgi varlığı ile insana hayat veren özü hoş görü, şefkat, merhamet, güven, dostluk, kardeşlik, saygı gibi kaynağını Allah’tan alan yüce bir duygudur. Çünkü kâinatın yaratılış gayesi ve insanın mayasıdır sevgi. Allah insanı, dünyayı ve tüm evreni sevgi üzerine yaratmıştır.

Bu kutsal duyguyu özünde barındıran insanın hayata bakışı, olayları değerlendirmesi, insanlara ve diğer canlılara davranışı sevgiyle olacaktır. Çünkü her insan diğer insanlarla bir arada yaşamayı ve kendi yalnızlığından kurtulup, başkalarıyla birlikte olmayı ister. İnsan, kendini ve diğer insanlarla olan ilişkilerini anlayabilmek için sevme güçlerini geliştirebilmeli ve tüm canlılarla beraber sevgisini paylaşabilmelidir. Dünya ile olan ilişkisini düşünce ve sevgi üzerine kuran bir kişi kendini tüm evrenle bir olmuş gibi hisseder. Sevgiyle yaklaşır her şeye. Evrende yaşayan tek canlının kendisi olmadığını bilir, diğer canlılara yaklaşımı sevgi ile olur. Sokakta titreyen bir köpeğe merhamet edebilecek kadar, yaralı bir kediye merhem olacak kadar, aç bir kuşa yem, soğuktan titreyen bir yaşlıya ısı, kimsesiz yavrulara kimse, dalındaki çiçeği koparmaya kıyamayacak kadar şefkatli, yaratılanları Yaradan’dan ötürü sevecek kadar merhametli...

Yaşam bu insanlar için tabiri caizse dünyada cenneti yaşamaktır. Zor durumda olanların yardımına koşmak, sıkıntıda olanların sıkıntısını paylaşarak gidermek, güçsüzlere, fakirlere, çaresizlere, dertlilere çare olabilmek insanı mutlu, huzurlu hissettirir. Özünde huzuru duyabilen insan, kendisi ile barışık, pozitif bir hayat yaşayan kimsedir..Böyle insanların sayıca çok olması o toplumda acı, gözyaşı,yakmak, yıkmak yok etmek anlamına gelen ölümlerin daha asgari düzeyde yaşanması anlamına gelmektedir. Sevgimizi ve onun özünde barındırdığı güzellikleri yaşamalı, göstermeli ve bu yaşantımız başkalarına da referans olmalı.

Bu sayede İnsanlığın hak ettiği barış, kardeşlik ve adil bir düzenin hüküm sürdüğü bir dünyada rahat, huzur ve refah içinde yaşayanların çok olduğu bir düzen kurulabilsin...

Sevgiyi yüreğinde hissetmeyi başaramamış insanlar, sevginin özünü oluşturan unsurlardan uzak kalmış demektir. Böylelikle kendilerinden ve toplumdan uzaklaşarak yalnız kalmak, kendisini zayıf ve çaresiz hissederek özgüven kaybı yaşarlar. Çünkü özgüvenin en önemli unsurlarından biridir, sevgiye layık olabilmek. Kişi, kendisinin sevgiye layık olmadığı inancıyla baş edemez ve güçsüz düşer. Bu duygu ise insanı günden güne zayıflatır. Hata yapma riskini arttırır. Kin, nefret, kıskançlık, maddi tatminsizlik duygularının yoğun yaşanmasına neden olur. Toplumda işlenen suçların kaynağına inildiğinde, temelde sevgisizlik ve dolayısıyla güvensizliğin en büyük etken olduğu uzmanlar tarafından ifade edilmiştir. Çünkü bu insanlar kendi iç dünyası ile barışık olmayan, kendini değersiz hisseden ve dolayısıyla etrafında bulunan her şeyi de değersiz olarak gören insanlardır.. Yüreğinde sevgi, şefkat, merhamet duygularını yitiren insanlar, diğer insanlara ve diğer canlılara zarar vermeyi sıradan bir durum gibi görürler. Hoşgörü, sevgi ve evrensel dostluğun timsali Mevlana’ nın “;”Cehennem insan yüreğindeki sevginin bittiği yerdir”.sözünde ifade ettiği sevgisiz insan modeli çıkar ortaya. Sık sık şahit olduğumuz çirkin olaylar, örneğin bebeklere, çocuklara, yaşlılar, kadınlar gibi savunmasız insanlara, hayvanlara yapılan insanlık dışı davranışların sebebi sevgisizliktir. İlginçtir ki, sevgisizlik suçunu işleyenlere; pişman mısın? diye sorulduğunda, pişman olmadıklarını söylerler. Çünkü bu durumda vicdan, merhamet, hoşgörü, sevgi, saygı duyguları devre dışı kalmıştır. Böyle insanların olduğu yerde hayat diğer insanlar için çekilmez bir hal alır. Her an tedirgin ve korku içinde hissederler.

Günümüzde sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için yapılması gereken önemli işlerden biri de, insanlara sevgiyi öğretmektir. Tıpkı Erich Fromm’un Sevme Sanatı isimli kitabında ifade ettiği gibi, doktorluğu, mühendisliği,öğretmenliği, maran ozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekiyor. Sevelim ki sevilebilelim. Sevilebilelim ki kendimize, insanlara, yaşama güvenebilelim. Sevgi yoksa güven, güven yoksa doyum yoktur.

Muhabbetle
Hanife Mert



16 Ağustos 2015 Pazar

Sevginin Bittiği Yerde Şid-det Başlar!


   Hiç kimse boşanmak için evlenmez!
Her genç kızın hayalini süsler beyaz gelinlikle, kınalı elleri ile dünya evine girmek. Beyaz gelinlik masumiyetin, saflığın, temizliğin simgesi. Kına ise; eskiler kınanın eşleri birbirine sevgili yapmak, bir ömür boyu aşklarının devamını sağlamak amacı ile yapıldığını söyler. Kına gecesi dendiğinde aklıma “hüznün ve mutluluğun aynı anda yaşandığı gece” gelir. İroniktir ki hem ağlayıp hem de gülerek kutlama yaparız.
  Saf ve masum niyetlerle ideal bir koca, mükemmel bir eş olacağını, üstün vasıfları sayesinde baş tacı edileceğini umarak, çoğunlukla da severek-anlaşarak yuvalar kurulur.

 Niyetler güzel, başlangıçlar güzel. Peki ya sonra..? 
  Mutluluk coşkusu nasıl oluyor da biranda huzursuzluk kabusuna, eşler biranda kurt adama dönüşüveriyor? Akıl almaz yıpratma senaryoları icat ediliyor. Nasıl “aile” olarak adlandırılan kutlu bir kavram psikolojik bir savaş ortamında katlediliyor? Eşler birbirine öyle hoş olmayan davranışlar sergiliyor ki, yıllarca güzel geçinmiş iki insan günün birinde eşine “seni hiç tanıyamamışım” diyebiliyor. Evlilik sürecinde gerçekten de değişime uğruyoruz, yani mecburen değişmek zorunda bırakılıyoruz !.. Umduğunu bulamayanlar, hayal kırıklığına uğrayanlar, sonradan aklı başına gelenler, gözü açılanlar, rahatı sindiremeyenler…
  
     Evlilik bir ast üst ilişkisi değil, "DOST" ilişkisidir
Aile, kar amacı güden bir şirket değildir. Dolayısıyla eşler de birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışan yöneticiler değil. Bu bağlamda eşler bir elmanın iki yarısı gibi birbirini destekleyen birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarıdır. Zira onlar kurulan yuvanın sürekliliğini sağlamak için bu uğurda birlikte  mücadele eden, sabır gösteren iki dost olmalı.
 Ailede huzurun temini ve devamlılığının sağlanması eşlerin, birbirini ast- üst olarak değil, candan bir dost olarak görmesi ile mümkün olacaktır. 

             Sevginin bittiği yerde şid-det başlar!
Hiç şüphesiz bir aileyi ayakta tutan, onun uzun ömürlü mutlu ve huzurlu bir yuva olmasını sağlayan en önemli etken; eşlerin birbirine sevgiyle bakması ve sevgi ile bakan gözlerin birbirine güven duyması. Sevgi ve güvenin olduğu yerde saygı olmaz mı hiç..?
 Boşanmaların hızla arttığı günümüzde, sayıları az da olsa uzun yıllar mutlu bir şekilde evliliklerini sürdürmüş nice insanlar tanıyorum. Onlara uzun süren evliliğin sırrını sorduğumda aldığım yanıt şu; Yüreklerini sıcacık yapan ve hiç tüketemedikleri "sevgi", birbirlerine karşı duydukları "güven" ve "saygı" olduğudur. Bu üç sac ayağı devamında uzun süren bir evliliği beraberinde getirecektir. Sevginin açamadığı kapı var mıdır? Elbette yoktur. Günümüzde yaşanan en büyük zulümlerin temeli değil midir, sevgisizlik..?
 Buraya kadar güzel. Peki birbirine deli divane olan, büyük bir aşkla severek evlenen eşleri çıkmaza sürükleyen ve boşanmaya kadar götüren sebep ne? Cevap çok basit. Ekonomik, psikolojik, sosyolojik, felsefik… sebeplerin yanında bana göre en önemlisi; yüreklerinde var olan sevgiyi kurutmaları. Besleyip büyütememeleri... Şiddete kapı aralamaları. Bunun için sebep çok. Arayana bahane mi yok!
   
Başkalarıyla kendini mukayese etmek, başkaları üzerinden kendi ilişkilerimizi yorumlamak ciddi bir mutsuzluk kaynağı aslında. Üzerinden yıllar geçse bile bu sebepler aile tarihi içerisinde dipdiri ayakta tutuluyor.
  
  Örnek mi? buyurun; yeni doğan çocuğa isim verme meselesi – kocanın bir süre işsiz kalması veya çalışma hayatının düzenli olmaması – doğum yaptığında bilezik alınmaması – eltiye daha ihtişamlı bir düğün yapılıp kaliteli eşyalar alınması – emekli olan kocanın evde ona-buna karışarak varlığını hissettirmesi – bazı kocaların ev işlerine yardım etmesi, kendi eşinin kaytarması – çocukların derslerine yardımcı olmama – gezdirmeme – sülaleden herhangi birini eleştirme – tasarrufa zorlama – dilediği eşyaları almasına izin vermeme vs. vs…   Geleneksel kültürümüzde erkek çocuklarımızı kızlardan farklı yetiştiririz. Anneler olarak onlara biraz daha esnek davranıp, isteklerini daha çok önemseyip, fedakarca yerine getiririz. Böyle bir ortamda yetişen erkek doğal olarak evinde eşinden de benzer ilgiyi alakayı bekleyecektir.  Sabah işe geç kalma telaşı içinde önüne doğru düzgün bir kahvaltı konmaması, İşten eve döndüğünde beklediği karşılamanın yapılmaması, kadının çok konuşuyor olması, kadının evde özensiz, çekicilikten uzak olduğu mazeretleri gibi...

Daha buna benzer birçok konu alt alta toplanıp, çıkan sonuca “şiddetli geçimsizlik” adını veriyoruz! Tabii ki çok gezmek, çok tv seyretmek gibi gayrı ciddi olanların yanı sıra, aldatma gibi çok ciddi sebepler de şiddete sebep olabiliyor...  İster kavga gürültü devam etsin, ister boşanmayla sonuçlansın, sonunda olan çocuklara oluyor.
 
 Halbuki çocuklar ne kadar çok seviliyordur! Evde her şey y olunda giderken çocuklar baş tacı, ayrılık söz konusu olunca birer ayak bağıdır.
 Ayrılık durumunda çocuklar iki şekilde kullanılmaya mahkumdurlar: Çocuğu hangi taraf almış ise, en kısa zamanda karşı tarafa nefret duymasını telkin etmek. İkincisi, yüreği cız etse de çocukları karşı tarafa terk edip , kendi yoksunluğunu hissettirerek kendi kıymetini bildirmeye çalışmak… Bu iki tavrın dengeli ve sağlıklı bir orta noktasını uygulayabilmek ne yazık ki pek mümkün olmuyor...

Şüphesiz bir yuvanın kurulması kolay değil. Tabiri caizse hani derler ya, dişiyle tırnağıyla kuruluyor. Belki çok uzun mücadelenin, sabrın, özverinin çok şeyden feragat etmenin, taviz vermenin eseri bir yuva...Temeli sevgi, saygı ve güven olmazsa olmazı bir ailenin. Bu üç sac ayağından biri yok olduğu zaman o temel çatırdamaya başlar. Saygı ve güven yok olduğu zaman da o evlilik bitmiş demektir. Bunun sonucu şiddet, aşağılamak, onur kırmak, gurur incitmek değildir, olmamalı. Medeni insanlar karşılıklı konuşarak bir sonuca bağlamalı. Korku, tehdit, kaba kuvvet insanın acizliğinin bir sonucudur...
Yuvanızdan sevgi, huzur, mutluluk eksik olmasın...


Muhabbetle,
Hanife Mert

16 Nisan 2014 Çarşamba

Cehennem Sevgisiz Yüreklerde Yaşanır

   
Bu yazımı 3 Kasım 2012 de paylaşmışım. Bu gün sevgili Müjde'nin (bücürükveben) Facebookta paylaştığı, her yıl mart sonu itibarı ile yapılan  hükümet destekli fok avı caniliğini anlatan resim ve son günlerde ülkemizde özellikle küçük çocuklara yapılan taciz ve tecavüzlerin sonucunda öldürülmeleri, yine aynı şekilde arkası bitip tükenmek bilmeyen kadın tacizleri ölümlerine dikkat çekmek adına tekrar paylaşmak istedim. Biliyorum  bu paylaşımım belki bir derde derman olmayacak. Ancak insan olarak elimden gelenin bu olduğu bilinci ile en azından tepkimi göstermiş olabileceğimi düşündüm.

  SEVGİ, varlığı ile insana hayat veren özü hoş görü,şefkat, merhamet, güven, dostluk, kardeşlik, saygı gibi, kaynağını Allah’tan alan yüce bir duygu.. Çünkü kainatın yaratılış gayesi ve insanın mayası sevgidir. Allah insanı, dünyayı ve tüm evreni sevgi üzerine yaratmıştır. 


Bu kutsal duyguyu özünde barındıran insanın hayata bakışı, olayları değerlendirmesi, insanlara ve diğer canlılara davranışı sevgi ile olacaktır. Çünkü her insan, diğer insanlarla bir arada yaşamayı ve kendi yalnızlığından kurtulup, başkaları ile birlikte olmayı ister. İnsan, kendini ve diğer insanlarla olan ilişkilerini anlayabilmek için sevme güçlerini geliştirebilmeli ve tüm canlılarla beraber sevgisini paylaşabilmelidir. Dünya ile olan ilişkisini düşünce ve sevgi üzerine kuran bir kişi kendini tüm evrenle bir olmuş gibi hisseder. Sevgiyle yaklaşır her şeye. Evrende yaşayan tek canlının kendisi olmadığını bilir, diğer canlılara yaklaşımı sevgi ile olur..

Sokakta titreyen bir köpeğe merhamet edebilecek kadar, yaralı bir kediye merhem olacak kadar, aç bir kuşa yem, soğuktan titreyen bir yaşlıya ısı, kimsesiz yavrulara kimse, dalındaki çiçeği koparmaya kıyamayacak kadar şefkatli, yaratılanları Yaradan’dan ötürü sevecek kadar merhametli...

Yaşam, bu insanlar için tabiri caizse dünyada cenneti yaşamaktır. Zor durumda olanların yardımına koşmak, sıkıntıda olanların sıkıntısını paylaşarak gidermek, güçsüzlere, fakirlere, çaresizlere, dertlilere çare olabilmek insanı mutlu, huzurlu hissettirir. Özünde huzuru duyabilen insan, kendisi ile barışık, pozitif bir hayat yaşayan insandır..

Böyle insanların sayıca çok olması o toplumda acı, gözyaşı,yakmak, yıkmak yok etmek olan savaşların daha asgari düzeyde yaşanması anlamına gelmektedir. Sevgimizi ve onun özünde barındırdığı güzellikleri yaşamalı, göstermeli ve bu yaşantımız başkalarına da referans olmalı. Bu sayede İnsanlığın hak ettiği barış, kardeşlik ve adil bir düzenin hüküm sürdüğü bir dünyada rahat, huzur ve refah içinde yaşayanların çok olduğu bir düzen kurulabilsin...

Sevgiyi yüreğinde hissetmeyi başaramamış insanlar, sevginin özünü oluşturan unsurlardan uzak kalmış demektir. Böylelikle kendilerinden ve toplumdan uzaklaşarak yalnız kalmak, kendisini zayıf ve çaresiz hissederek özgüven kaybı yaşarlar.. Çünkü özgüvenin en önemli unsurlarından biridir sevgiye layık olabilmek. Kişi, kendisinin sevgiye layık olmadığı inancıyla baş edemez ve güçsüz düşer. Bu duygu ise insanı günden güne zayıflatır. Ruhu  Hata yapma riskini arttırır. Kin, nefret, kıskançlık,maddi tatminsizlik duygularının yoğun yaşanmasına neden olur.


Ruhun gıdasıdır sevgi.Nasıl ki yeterli beslenemeyen, midesini aç bırakan bir insanın vücudunda bir müddet sonra, biyolojik olarak bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmaz ise, ruhu sevgi ile beslenememiş aç bırakılmış bir insanda da ruhen bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmazdır.


Böyle bir durumda hoşgörü , sevgi ve evrensel dostluğun timsali Mevlana’nın "Cehennem insan yüreğindeki sevginin bittiği yerdir”sözünde ifade ettiği sevgisiz insan modeli çıkar ortaya.

Sık sık şahit olduğumuz çirkin olaylar, örneğin bebeklere, çocuklara, yaşlılar ve  kadınlar gibi savunmasız insanlara, hayvanlara yapılan insanlık dışı davranışların temel sebebi sevgisizliktir. İlginçtir ki, sevgisizlik suçunu işleyenlere; pişman mısın? diye sorulduğunda, pişman olmadıklarını söylerler. Çünkü bu durumda vicdan, merhamet, hoşgörü, sevgi, saygı duyguları devre dışı kalmıştır. Böyle insanların olduğu yerlerde hayat diğer insanlar için çekilmez bir hal alır. Kendilerini güvende hissedemezler. 
Kaldı ki, bu insanların ne zaman, nerde, ne yapacakları önceden tespit edilemez.

Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek elzem bir ihtiyaç haline gelmiştir. Tıpkı Erich Fromm’un ifade ettiği gibi, "doktorluğu,mühendisliği,öğretmenliği, marangozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekiyor. Sevelim ki sevilebilelim. Sevilebilelim ki kendimize,insanlara,yaşama güvenebilelim.“Sevgi yoksa güven, güven yoksa doyum yoktur”. 

Kısaca sevgi her şeydir.
Hanife Mert

Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...