denemelerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
denemelerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Haziran 2017 Pazar

Düşünmek ve Konuşmak Üzerine

Şüphesiz insan düşünen bir varlıktır. Onu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği düşünmesi fikir sahibi olmasıdır.
  Ünlü Fransız filozof Descartes'in "Düşünüyorum öyleyse varım" sözünden yola çıkarak; var olmanın ve insanı yaratılmış diğer canlılardan ayıran özelliğinin düşünmesi olduğunu anlamak yanlış olmasa gerek.Var olan yaşayan insan aynı zamanda düşünebilen akıllı insandır.
 
 Basit anlamıyla düşünmek; sorgulamak, incelemek, düşünce üretmek, fikir etmek, aklından geçirmek, zihninde göz önüne getirmek gibi anlamlara gelmektedir. Bu anlamıyla baktığımızda toplumumuzda elbette düşünebilen fikir üretebilen, kafa yoran ve çok başarılı işler ortaya koyanların sayısı azımsanmayacak kadar çok. Pek ilgi görmeseler de, önemsenmeseler de...


 İnsan, aklıyla iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, faydayı zarardan ayırt eder. Çevresinde olup bitenleri anlar ve değerlendirir. Olaylar arasında neden –sonuç ilişkisini kurar. Karşılaştığı güçlüklere çözümler üretir, böylece yeni şartlara uyum sağlayarak yaşamını kolaylaştırır. Bilim aklın bir meyvesidir. İnsan aklı sayesinde diğer varlıklardan kolayca yararlanır, araç, gereçler üretir ve buluşlar yapar. En küçük şehirlerden dev sanayi ürünlerine, güzel sanatlardan mimariye kadar pek çok şeyi aklı sayesinde yapabilmiştir.
   Tüm bunlara rağmen ne yazık ki; aklını kullanmayan, kolaycılığa kaçan, okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, düşünmeyen, üretmeyen insanların sayılarının da günden güne arttığını yaşanan akıllara zarar olarak değerlendirdiğimiz olaylardan anlamak zor değil...
  Hal böyle iken cehalet tırmanışını hiç bir engelle karşılaşmadan sürdürmektedir. Toplumda belli bir yer edinmiş, kelli felli dediğimiz isminin önüne "prof" ünvanı almış kimselerin bile toplumun kurtuluşunu fertlerin cahilleştirilmesinde gördüğünü ifade etmesi geldiğimiz noktayı gözler önüne sermektedir.
  Toplum olarak rahatı, ağzımıza geleni konuşmayı severiz. Severiz sevmesine de bir de dinlemeyi, konuşulanı anlamayı, anladığımızı idrak etmeyi bilsek. Belki de bir çok sorunumuz hallolacak ama nerde!! Dinlemeye sabrımız yok. Buna karşın konuşmaya mecalimiz hep var. Yerli yersiz gerekli gereksiz hep konuşuyoruz. Konuşmuş olmak için, laf ebeliği yapmak için, söylenen sözün altında kalmamak için konuşuyoruz...

Fikir üretmek, bilgi üretmek yerine laf üretiyoruz. Hani ağzı olan konuşuyor derlerdi ya! Benim doğrum senin doğrundan üstün, benim sözüm doğru... Kimi zaman da bir yerde söylediğimiz sözü, bir başka yerde inkar edebiliyoruz. Çevir gazı yanmasın...

Toplum böyleyken, seçtikleri farklı olur mu? Hani balık baştan kokarmış ya! Hükümetiyle muhalefetiyle laf üretmekte üstümüze yok. Lafa gelince mangalda kül bırakmayız, icraata gelince sorumluluğu başka yerlerde arar işi kapatmanın yoluna bakarız...

Konuşabilme yeteneği, insana yaratılışıyla birlikte verilmiş ve onu diğer canlılara üstün kılmış en önemli özelliklerinden biridir. İnsan elbette konuşmalı. Zira konuşarak kendini ifade eder. Kişiliğini bu şekilde ortaya koyar. Çünkü kişiliği konuşmasında gizlidir. Bu demek değildir ki hep konuş ama boş konuş...

Çocukluğumuzda büyüklerin karşısında çok konuşmamamız öğütlenirdi. "İki düşün bir konuş, sana sorarlarsa, söz verilirse konuş, konuşacaksan da dilin doğruyu hakkı konuşsun. Zira haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" denirdi.               



Böyle bir kültürün, medeniyetin varisleri olan bizler, özellikle son dönemlerde yaşadığımız onca haksızlıklara, olumsuzluklara, adaletsizliklere, yolsuzluklara, yoksulluklara, yoksunluklara, zulümlere, ölümlere, tacizlere, tecavüzlere karşı hep sustuk. Asıl konuşulması, neler oluyor? Diye yetkililerden yetkisizlerden hesap sorulması gerekirken sesimiz soluğumuz kesildi. Konuşamaz olduk. Belki korktuk, ürktük. Bana dokunmasınlar da, işime aşıma, kurduğum düzene zarar gelmesin de... Bana değmeyen yılan bin yaşasın gibi felsefelerle kabuklarımıza çekildik. Bireysel çıkarlarımız her zaman toplumsal çıkarlarımızın önüne geçti.
                                                       
Bu durumlar karşısında susan ağzımız, göz göre göre insan onur ve haysiyetini zedeleyen kadın programlarını, yarışma programlarını, Türk aile yapısı ile uzaktan yakından alakası olmayan evlilik programlarını, dizileri, kime ne yakışır gibi anlamsız faydasız programları ve gazetelerin magazin sayfalarını konuştu. Bu programlar vaktimizi ve zihnimizi meşgul etti. Düşünme üretme yetisi devre dışı kaldı.
Pusu kurularak kalleşçe şehit edilen Mehmetçiklerimize, polisimize, gerekli önlemlerin alınmadığı için şehit verdiğimiz komutanlarımız, toprağa verdiğimiz onca canlarımız, neredeyse her gün şiddete uğrayarak canından olan kadınlarımız, yetim hakkı yiyenlerin, haksızlık, yolsuzluk yapanların, adaleti kişiye göre işletenlerin durumu, milli ve manevi değerlerimize, Atatürk'ümüze yapılan haince saldırılar, iftiralar, eğitim sistemimizdeki düzensizlikler, dışarıda aç ve perişan durumda olanların durumları yukarıda saydıklarım kadar insanımızın zihnini meşgul etmedi...
Okumaktan, düşünmekten, bilgi üretmekten çağı yakalamak ve çağdaş seviyeye ulaşmak için çaba harcamaktan, yaşamı ve yaratılışımızı anlamaktan uzak geçen, geri gelmesi imkansız olan haybeye geçen günler...

Aydınlığın önünü kesen, keşkelerle örülmüş kara bir duvar gibi karanlık dikilince karşımıza, kaçacak sığınacak bir bahane fayda vermez olur.

Sözün özü; zalimin zulmünün susturulduğu, hakkın, doğrunun, sevginin, barışın, kardeşliğin, özgürlüğün, insan haklarının, kadın haklarının, hayvan haklarının insanca yaşamın konuşturulduğu, uygulandığı bir dünyada yaşamak dileğiyle...

Muhabbetle,
Hanife Mert

8 Mart 2016 Salı

ADIN KADIN



25 günlük bebeğini koltuğunun altına alarak hızla evinden çıkıp kendini asansörün önüne zor atmıştı. Çok korktuğu her halinden belliydi. Biran önce asansörün gelmesini istiyordu.Yanına yaklaştım. Ne oldu nedir bu halin? diye soramadım. Zira, onun ağzından başka her yeri konuşuyordu. Gözlerinden siyim siyim yanaklarına inen yaşlar kırılan onurunu, incinen gururundan kızaran yüzü, yediği yumruktan moraran gözü ve kan toplamış kaşı, dağılmış simsiyah üzüm karası saçları yaşadığı ve hissettiği acıyı haykırıyordu. Şairin "bir kadın gülmeyi unuttuğunda, saçlarından süzülürmüş acılar" dizelerinde ifade ettiği gibi, fazla söze gerek yoktu.Tek amacı dişiyle tırnağıyla kurduğu yuvasına, 3 çocuğuna sahip çıkmak olan bu çile baz kadının bu hale gelmesine sebep; canından çok sevdiği, uğruna her şeyden vazgeçtiği sevdiğim dediği adamın cep telefonunda gördüğü uygunsuz mesajlar! O da her kadın gibi açıklama beklemiş, nedenini sormuş. Karşılığında hakaret şiddet ve aşağılanma. Hem de 25 günlük lohusa iken. Bu da yetmezmiş gibi, "sen ona laf söyleyemezsin, zira o benim  imam nikahlı karım" demesi kadının dünyasını karartmıştı. Ne demekti imam nikahlı karım? Hangi kadın sevdiğini, emek verdiği yuvasını bir başkası ile paylaşabilir? Anlaşılır gibi değildi...

   8 Mart dünya kadınlar günü... İşte hikayemizdeki ve benzer daha nice "ADI KADIN" olanlara reva görülenleri düşününce, bu ifade ne kadar samimiyetsiz geliyor kulağa, sizce de öyle değil mi? Neredeyse her gün her yerde şiddete maruz kalan taciz edilen, tecavüze uğrayan, öldürülen yetmedi kesilen yakılan, bıçaklanan, horlanan, aşağılanan, dışlanan hayatının baharında hayatına son verilen kadınların durumları ortada iken, ne kutlaması diyesi geliyor insanın. Daha dün akşam haberlerde izledim. 27 yaşında bir kadın boşanmak istediği kocası tarafından 50 yerinden bıçaklanarak öldürüldü diyordu haberlerde. Daha niceleri..

   Ülkemizde kadınlar öldürülüyor. Kimi sokak ortasında, kimi çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltıyor bedenine. Kimi bıçaklanıyor, kimi de ıssız bir köşede işkence edilerek, yakılarak öldürülüyor…

   Kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı, parasızlığı, kimi stresi, kimi de namusu. Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak.Kadın cinayetlerinin ardı arkası kesilmiyor. Özellikle son dönemlerde toplum olarak yaşadıklarımız, kadına reva görülenler herkesçe malum.Yaşanan vahşetler, şiddetler,zulümler, ölümler tavan yapmıştır. Malum bu konular çok fazla konuşuluyor, yazılıyor, çiziliyor, kızılıyor. Lakin kesin bir sonuca varılamıyor. Sonuç? Sonuç yine hüsran. Her zamanki gibi ateş düştüğü yerde kalıyor ve sadece orayı yakıyor. Vahşeti, şiddeti, zulmü işleyenlere hak ettikleri ceza verilemiyor. Cezaların caydırıcı özelliğinin olmayışı, hakimlerimizin suç işleyenlere karşı takım elbisesini kıravatını bahane göstererek insiyatif kullanmaları buna bir de medyanın olayları tüm çıplaklığı ile sansürsüz sunması gibi bir çok nedenler hasta ruhlu insanların çirkin vahşi canice düşüncelerini harekete geçirerek ellerine geçen ilk fırsatta uygulamaya geçmesine neden oluyordu kanımca…
 

  Bu ülkede "Adın Kadın" olunca her türlü çileye, zulme, haksızlığa, adaletsizliğe gebesin...
  Oysa "Kadın" içi öyle dolu bir kelime ki. Özünde koskoca bir dünyayı barındırıyor. Kadın! insan olmanın en temel unsuru, varl oluşumuzun olmazsa olmazı. En güzel şekilde yaratılmıştır. En büyük dertlerin çilelerin baş kahramanı. En büyük mutlulukların ardında ki sırdır. O anadır, bacıdır, eştir, yardir, yarendir. Lakin var oluşundan bu yana, hak ettiği yere hiç bir zaman konamayan, hep zarar gören ama kimseye zarar vermeyendir. Çilekeştir! Zillete düşendir! Bir kenara itilen, canı çıkana kadar döğülendir. Her kabağın başına patladığı yazgısı kara, talihsizlerin en talihsizidir.

O narin yaratılmıştır. Tıpkı  bir çiçek gibi. Hoyratça kullanmaya gelmez. ”Kadın erkeğin gelincik çiçeğidir” buyurmuş sevgili Peygamberimiz (sav). Gelincik çiçeği, dalından koparıldığında bir kaç dakika içinde parlaklığını, canlılığını, güzelliğini yitirir. En küçük hoyrat muamele ve sarsıntıda yara alıp zedelenir. Peygamberimiz kadını işte bu çiçeğe benzetmekte. Yine, erkeğin en hayırlısı kadınına en iyi davranandır buyurarak erkekleri kadınlara karşı iyi davranmaya davet etmektedir.

  Sebep ister psikolojik, ister sosyolojik, ister ekonomik ve isterse toplumsal olsun. Toplumun bu kanayan yarası biran önce çözüme kavuşturulmalı. Bu vesile ile kadınlara uygulanan şiddetin ve kadın ölümlerin son bulduğu, kadın hak ve özgürlüklerinin tüm kadınlara tanındığı, kadına anaya, eşe hak ettiği sevginin, saygınlığın, değerinin kazandırılması dileğimle..

Dünya kadınlar gününüz kutlu olsun.

Muhabbetle,

Hanife Mert

6 Ekim 2015 Salı

Dünyanın çivisi mi çıkmış?


   Halk arasında sıra dışı gerçekleşen olayları anlatmak için "bu dünyanın çivisi çıkmış" deyimi kullanılır. İnsanlığın geldiği noktaya baktığımızda halka hak vermemek ne mümkün? Zira nereyi tutsak elimizde kalıyor. İnsanlığın ele alınacak bir yanı kalmamış. Her yerden bela musibet yağıyor. Yaşadığımız dünyada ne düzen intizam, ne hak hukuk adalet, ne ahlak, edep, ne insana, hayvana doğaya saygı, ne vicdan, merhamet, ne hoşgörü... Kalmamış. "İnsanlık" insanı terk etmiş, vesselam!.. Şu içinde yaşadığımız ve burada kalışımız belirlenen bir günle sınırlı olan dünyada öyle olaylar yaşanıyor ve öylesine şahit oluyoruz ki; bırakın dudak uçuklamasını, içimizde öyle derin yaralar oluşturuyor ki, yaşananları aklımız almıyor, kanımızı donduruyor, yaşama sevincimizi bitiriyor adeta. Güzel ülkem yangın yerine çevrilmişken, neredeyse her gün gencecik yiğitlerimiz kalleşçe şehit edilirken, toplum suni sebeplerle birbirinden ayrıştırılmaya çalışılırken, ülkeyi yönetenler koltuk derdine düşmüşken, dolardaki kontrolsüz yükselişler sonucunda s.o.s veren ekonomik gelişmeler sonucunda kriz kapıda beklerken, güzel ülkemde hak, hukuk, adalet kişilere göre farklılık gösterirken, kadına şiddet, çocuğa şiddet, öğretmene şiddet, doktora şiddet, olmadı gazeteciye şiddet derken şiddet toplumu oluverdik. Kimse kimseyi dinlemiyor, anlamıyor. Ben haklıyım, ben doğruyum, ben bilirim, ben söylerim ben yaparım olur, ısrarında "benlik" mücadelesine girmişken. İnsanın insana, insanın hayvana, insanın doğaya sevgisi, saygısı, hoşgörüsü, vefası kalmamışken. Konan kanunlara yasalara kurallara uymak yerine kendi kurallarını uygulayan insanların sayısı her geçen gün artarken, haklı olarak halkı gelecek kaygısı, hatta günü yaşama kaygısı sarmakta... Kurallar insanların huzur içinde yaşamaları için konur. Bu konuda öyle uzun bir yol katettik ki bırakın konulan kurallara uymayı adeta kendimiz kural koyar olduk. Sonrası malumunuz yangınlar, kazalar, ölümler, yaralanmalar. Ha bu arada covit19 belasını da unutmamak lazım. Dördüncü dalgayla vaka sayıları önü alınmayan bir hızla artmakta... Atalarımız ; "sıkıntı bir yerden başladı mı, arkası çorap söküğü gibi gelir." demiş çok da doğru demiş. Tüm bunlar yetmezmiş gibi son iki- üç gündür devam eden yangınlarla da cennet vatanımızı cehenneme çevirmeye çalışanların hışmına uğradık. Hal böyle iken yana yakıla insanlığı arar durur, nerede bu insanlık, vicdan, merhamet diye sorarız da! Çözümü dışarılarda ararız. Durumumuz umutsuz gibi gözükse de çözümsüz değil. İnsanımız birlik olmalı, özü sözü bir olmalı, birlikte hareket etmeli. Yaratılış amacını hatırlamalı, okumalı, düşünmeli, sorgulamalı ki kaybettiği insanlığı ve onun erdemine tekrar kavuşabilsin. Kavuşabilmeli ki kendinden sonra gelecek nesillerin bu topraklarda huzur, barış, kardeşlik, sevgi, hak, adalet ve güven içinde yaşamalarına olanak sağlamalı. Bu sebeple güzel ülkemi cehenneme çevirenler en kısa sürede yakalanmalı, hak ettiği ceza verilmeli derken, yangında ölen vatandaşlarımıza rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum.


Okurlarıma sevgilerimle


Hanife Mert

2 Nisan 2014 Çarşamba

Her konuşanı alim, her susanı cahil sanma!

Her şeyin bir görünen dış yüzü bir de görünmeyen iç yüzü vardır. Salt dış görünüşe göre yargıya varmak insanı bazen yanılgıya düşürebilir. Lakin ilk izlenim de çok önemlidir. Zira görünen köy kılavuz istemez demiş atalarımız. Hal böyle iken nice alim görünümlü cahil kimselerin peşine takılıp gidenleri gördük.
        Cahili; bilgisiz yol yordam bilmeyen ilim irfandan yoksun kimse olarak tanımlamış halkımız. Şöyle de özelliklerini sıralamış; Onlar  erdemli, doğru, bilgili,insancıl, sorumluluk sahibi ve araştırıp öğrenmeyi  kendine ilke edinmiş kimselerden uzak durur. Çünkü, kendini olduğundan daha fazla büyük  görme hastalığına tutulmuş, tevazudan  yoksundur. Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, derinine inmez. Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Dediğim dedikçidir! Yanıldığını asla kabul etmez. Çünkü o, olayları ancak gördüğü gibi değerlendirir. Ben bilirim, benim dediğim doğrudur zihniyetindedir. Kendi düşüncesinde olmayanı ötekileştirir. Kitleleri birleştirmek yerine ayrıştırıcı politikalar üretir. Bir de etrafından destek görürse değme gitsin keyfine... Yüce dağları ben yarattım der  kendini Everest tepesinin üstüne bağdaş kurup oturtur. 
  
Eğitim almak ya da almamak bu kimselerin cehaletini azaltmaz. Zira idrak, düşünme yetenekleri, algıları kapalıdır. Etrafımızda bu özellikleri taşıyan çok sayıda insanı görmekteyiz. Kimi ile arkadaş, komşu, kimi ile iş ilişkisi içinde bulunduğumuz kimseler. Kimilerini tv de izler, gazetede okuruz. Bunlar  düşünmeden cahilce söylemlerde bulunan bir bakan, milletvekili, vali gibi görevleri üstlenmiş üst düzey yöneticileri  olarak karşımıza çıkabilir. Bu kimseler hasbel kader getirildikleri bu makamlarda, davranışlarıyla öylesine cahilce bir tutum sergiler ki;  işgal ettiği makam yer ve konum birbiriyle tamamen zıttır. Bir söylemine bakarım, bir de işgal ettiği makama! Bu insan bu makama nasıl getirilmiş diye kendime sorarım. 
Son dönemde ülkemizde öyle çok alim görünümlü cahillerin söylemine şahit olduk ki saymakla bitmez... Kimi bu teknoloji çağında elektirik kesintisini trafoya kaçan kediye bağlayanı mı dersin, örnekler o kadar çok ki... Kelli felli bu kimseler için kendime ve onları oraya getirene sordum...
Rahmetli Yaşar Hocamın böyle durumlar için bir öğüdü vardı; "Çocuklar makamın şereflendirdiği değil, makamı şereflendiren olun" demişti. Nur içinde yatsın hocam.
 İşte böyle kimseler makamın şereflendirdiği, makamlarından güç alan kimseler olmalı..

Ne dersiniz sizce de öyle değil mi?

Muhabetle
Hanife Mert

29 Ocak 2014 Çarşamba

Halimiz Ahvalimiz...

                     

   Her insanda bir yere ait olma duygusu vardır. Doğuştan getirdiğimiz bu duyguya insan, türünü devam ettirebilmek ve diğer canlılarla ortak yaşam alanını paylaşmak için gereksinim duyar. Zira her insan bir yere ait olmak ister. Bir aileye, bir mahalleye, bir bölgeye, bir millete, bir devlete, bir dine, bir spor kulübüne ya da bunların tamamını karşılayabileceği bir toplumun ferdi olmak ister. Zira bu aidiyet bağı insanı mutlu eder, ve ona bir takım hak ve sorumluluklar yükler.
Öncelikle ait olduğu ülke  çıkarlarını korumak, milli ve manevi değerlerine sahip çıkmak önde gelen sorumluluklarındandır. 
 Acaba vatandaşlık bağı ile bağlı olduğumuz ülkemize karşı sorumluluklarımızın ne kadarını yerine getirebildik? Ülkemizin çıkarlarını ne kadar koruyabildik?  Milli ve manevi değerlerimize ne kadar sahip çıkabildik? 
Zira, özellikle son yıllarda milli ve manevi değerlerimiz göz ardı edildi. Yok sayıldı. Yüzyıllarca bir arada sorunsuz yaşadığımız farklı etnik guruplarla aramıza nifak tohumları atıldı. Ayrıştırıldık, ötekileştirildik, farklılaştırıldık.  Olmayan sorun sorun haline getirildi. Tüm bu olanlara karşı bizler  ne yaptık? Sadece izledik, dinledik ve sustuk. Bana değmesinler de... İşime, aşıma, kariyerime, sahip olduğum yaşam standardıma bir zarar gelmesin de... Sadece sustuk ve izledik. Konuşanlar da tesirli olamadı.
 Özellikle son dönemlerde idarecilerimizin seçiminde önceliği  kişisel çıkarlarımıza verdik.Toplumsal çıkarlarımız geri planda kaldı. Verdiğimiz oyumuzun akibetini araştırmadık, sormadık, sorgulamadık. Başa getirdiklerimizi efendimiz, kendimizi maraba kabul ettik. Oysa efendi olanın kendimiz olduğunu hissettiremedik.
 Oyumuzu alana kadar halkı tanıdılar bildiler. Seçildikten sonra kendilerini seçenleri unutup, koltuk derdine düştüler. Kendilerini ilgilendiren kararları bir çırpıda, halkın menfaatine olanlar ise sürüncemede  bıraktılar.
 Özellikle 17 aralıkta maruz kaldığımız olaylar,neredeyse 17 Ağustos depremini aratmayacak türden can yakıcı endişe verici idi.Hırsızlık,yolsuzluk, kumpas, balyoz, Ergenekon, cemaat- hükümet arası sürtüşmeler ve akabinde de hükümet yetkilerinin aklanma çabaları,hakimlerin, savcıların, emniyet birimlerinin yerlerinin değiştirilmesi, kan gölüne dönen şehitsiz bir gün geçmeyen, olmadı canlı bombalarla hayatlarına son verilen masum insanlar, kaçırılan tecavüz edilen hırsını alamayıp yakılan gençlerimiz, kelli felli insanların küçük çocuklara yaptıkları akıl almaz, vicdanlar kabul etmez halleri, kendi gibi düşünmeyenleri yok sayma, yok etme çabaları bunlara karşı sessiz tepkisiz izlemek... Artık insanlarımız yarınından değil bu gününden endişeli. Bu ve benzer nedenlerden dolayı pamuk ipliğine bağlı olan ekonomimiz tehlike sinyalleri vermeye başladı. 
Doların, euronun Türk Lirası karşısında değer kazanması enflasyonun tırmanması ile kriz endişesi, hükümete, güvenlik güçlerine, adalete olan güvensizlik gibi nedenler halkımızı  olumsuz etkilemiştir.Yarınından umutsuz,gelecek, iş- aş, yer, yurt kaygısı taşıyan,stresli, gergin, agresif insanların bir arada olduğu bir toplum haline getirmiştir. 
 Gün geçmiyor ki, sıradan nedenlerle birbirini bıçaklayan, öldüren, intihar eden, kadına, çocuğa şiddet uygulayan, açlıktan, soğuktan sefillikten ölümlerin yaşandığı, sevgi,şefkat, merhamet yoksunu, araştırmayan, okumayan, üretmeyen kendini karanlığa cehaletin bağrına teslim etmekten çekinmeyen insanların sayısı artmasın... Bu artış alınan önlemlerin yetersizliğinin göstergesi.
Bir kaç gün önce tv kanalının birinde sabah haberlerinde bir uzmanın "Panik atak" hastalarına haberleri izlememeleri yönünde uyarısını izledim.Uzmanın bu uyarısı ilginçti. Acaba bu uzmanlar toplumun s.o.s veren gidişatı hakkında  idarecileri de uyarıyor muydu? 
İnsanımız uyanmalı gözünü açmalı. "Nasıl olsa battık, bir daha düzelmez" tarzı cahilce düşüncesinden vaz geçmeli. Zararın neresinden dönülürse kardır. Düşüncesinde olmalı. Vatandaşlıktan doğan sorumluluğunu mutlaka yerine getirmeli ve üzerinde ki kamburdan kurtulmak için gereğini yapmalı.
Muhabbetle
Hanife Mert

20 Aralık 2013 Cuma

Rabbena Hep Bana!

Kız dilenirken sokaktan genç sağlıklı zengin görünümlü bir adam geçti. Kızı fark etmişti. Ama belli etmemek için dönüp bir daha bakmadı. Geniş ve lüks evine konfor içinde yaşayan ailesinin yanına geldiğinde çok güzel hazırlanmış bir akşam sofrası onu bekliyordu. Fakat az sonra gördüğü o dilenci kız aklına takıldı yeniden. Duyguları bir şeylere itiraz ediyordu.
Sonra kolay yolu tercih etti ve itirazlarını Allah’a yöneltti. Böyle durumların var olmasına izin veren O değil miydi? İçin için O’na karşı:
-Böyle bir şeyin olmasına nasıl müsaade ediyorsun? Neden o küçük kıza yardım için bir şeyler yapmıyorsun?” diye yakınmaya başladı. Biraz sonra ruhunun derinliklerinden gelen şu cevabı işitti:

“Yaptım. Seni yarattım!”
Brıan Cavanaugn
Günlük yaşamımızda da benzer tablolarla sık sık karşılaşırız. Dilenen, mendil satan, vızır vızır trafik yoğunluğuna aldırmadan üç kuruş için arabanın camını silen çocuklar, çöp kutusundan yiyecek arayan insanlar, soğuk kış gününde evsiz barksız aç susuz  kalanlar ... Bu tablolar karşısında bizde tıpkı hikayede ki, genç sağlıklı zengin görünümlü adam gibi, vicdanının sızısından kurtulmak için bahanelere sığınırız. Zira sahip  olduğunun bir bölümünü  paylaşmak insan nefsine zor gelir. Hal böyle iken vicdan sahibi insanlar vicdanlarını sızlatan,rahatsız eden durumdan kurtulmak için sorumluluğu başka yerlere başka şeylere havale ederek kendini rahatlatma yolunu seçer.Gerçeği görmez, görmek istemez . 

Bazen de, "adaletsiz dünya" ya da  "kader" e havale ederek kurtulmaya çalışır sızlayan vicdanından. Dünya adaletsiz değildir. Dünyayı adaletsiz yapan insandır. Onun doymak bilmeyen gözü ve nefsidir. Ne kadar çok sahip olsa da her daim daha fazlasını ister. "Rabbena hep bana der." Oysa sahip olunan bir lokma ekmeği paylaşmanın insana katacağı huzuru anlatmaya kelime yetmez. Salt kendini düşünen, başkasına ne olduğunun umursanmadığı bir toplum haline geldik. 
 Bir tarafta çöpe atılan, diğer tarafta  çöpte aranan hayatlar... Ne acıdır zevkine saçılan yiyecekler, zevkine havalara atılan, saklanan, kaçırılan liralar,milyon dolarlar, eurolar... 
Bu durumda adaletsiz olan dünya mı, yoksa insanlar mı? Bu ayırdımı iyi yapmak gerekir. Zira dünyayı yaratan Allah,asla şaşmayan, en küçük bir adaletsizliğe meydan vermeyecek şekilde, gözle görülemeyecek kadar küçük bir canlının bile  rızkını adaletle yaratmıştır. Lakin insan üzerine  düşeni yapmamakta, ihtiyaç sahibine vermesi gerekeni vermemektedir...

Sözün özü, insan yaşadığı toplumda her düşkünden, fakirden aç ve açıkta kalan her canlıdan sorumludur.Hiç bir şekilde bunun kaçarı yoktur. Zira büyük küçük herkesin yapabileceği mutlaka bir şey vardır. Zenginlerimiz sosyal hayatı adil hale getiren zekat, sadaka, fitre gibi sorumluluklarını yerine getirdiğinde aç açıkta kimse kalmadığı gibi fakirlikte asgari düzeye inecektir.

Unutulmamalı ki, "kefenin cebi yoktur" derler. Kimse bu dünyadan bir şey götüremeyecek. Yaptığı hayırların, kazandığı kalbin ve güzel işlerin dışında.

Hayat paylaşmaktan ibarettir.Güzellikler paylaşıldıkça çoğalır.
Muhabbetle.
Hanife MERT




12 Eylül 2013 Perşembe

Sanki Hiç yaşamamış Gibi Öldürülen kadınlar!!


Nazım Hikmet "kadınlarımız" isimli şiirinde“…Anamız, avradımız, yârimiz. Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen… Ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ...Ve ekinde, tütünde, odunda ve kara sabana koşulan kadınlarımız”... dizeleri ile özellikle, her türlü çileyi göğüsleyen  cefakar ve vefakar Anadolu kadınını anlatmaktadır. O,ne yeri  öküzden sonra gelebilecek kadar değersiz ,ne de zulme uğramayı, horlanmayı hak edecek kadar zavallı  bir yaratılışa sahip.O, insan olmanın en temel unsuru, hayatın can damarıdır …En güzel şekilde yaratılmıştır.İnsanlığın devamı için olmazsa olmazlardandır. En büyük dertlerin dertlisi, çilelerin çilelisi, en büyük mutlulukların ardındaki sırdır. O anadır,bacıdır, yardır, yarendir... Lakin var oluşundan bu yana, hak ettiği yere hiç bir zaman konamayan, hep zarar gören ama kimseye zarar veremeyen kişidir. Çilekeştir, zillete düşendir. Bir kenara itilen, canı çıkana kadar dövülendir. Her kabağın başına patladığı yazgısı kara talihsizlerin talihsizidir.Çocuk yaşında evlendirilen neye uğradığını anlamadan hayatına son verilen küçücük çocuk gelindir... 
 Allah´ın kadını bir emanet olarak verdiğini unutan adamlara adam olmadıklarını anlatan sessiz aktörlerdir. 
"Sanki hiç yaşamamış gibi ölen, öldürülen kadınlar".
Ülkemizdeki kadınlar da, Tıpkı şiirdeki gibi hiç yaşamamış gibi ölüyor ve öldürülüyor. Kimi sokak ortasında, kimi çocuklarının gözleri önünde kurşunlar boşaltılıyor bedenine, kimi bıçaklanıyor, kimi,ıssız bir köşede işkence edilerek, kimi yaşının küçüklüğüne aldırmadan hoyratça davranılarak  öldürülüyor… 
Baba, erkek kardeş, eş, sevgili, eski eş hatta eski sevgili… Kimi töreyi gerekçe gösteriyor, kimi kıskançlığı,parasızlığı, kimi stresi, kimi de namusu... Kimi ayrılmak istemiyor, kimi boşanmak. Erkekler, yıllar önce boşanmış veya ayrılmış olmasına rağmen bunu kabullenemiyor ve kanlı elleriyle kadınların hayatına son kez dokunuyor. 
Nette okuduğum bir haber bir kadın olarak bir anne ve bir eş olarak yüreğimi acıttı... Haber şöyle;

8 yaşındaki kız çocuğu düğün gecesi öldü. Yemen'in güneyinde bulunan Hardth şehrinde sekiz yaşında bir kız çocuğu 40 yaşından daha büyük bir adamla evlendirildiği gece vajinasındaki ve iç organlarındaki yaralanmalar nedeniyle hayatını kaybetti. Tüm dünyada büyük yankı uyandıran olay sonrası insan hakları örgütleri ve Yemenli aktivistler adının Revan olduğu açıklanan küçük kızla evlenen adamın ve Revan'ın ailesinin tutuklanması için çağrı yaptı. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) verilerine göre 2011 ila 2020 yılları arasında dünya çapında 140 milyondan fazla kız çocuğu 18 yaşından önce evlendirilecek. Bu rakamın 50 milyonu ise 15 yaşından önce evlendirilerek çocuk gelin olacak. Yemen’de ise kız çocuklarının üçte biri 15 yaşına gelmeden evlendiriliyor.
Cumhuriyet.com.tr
Daha çocuk yaşına rağmen, elinde bebeği ile evcilik oynaması gereken bir yaşta, cehalete kurban edilen bir can... Cahiliye döneminde diri diri toprağa gömülen kız çocuklarından ne farkı var Revan'ın... 
Her defasında son olmasını dilediğim kadın cinayetleri, tacizleri, kadına uygulanan zulümle  her geçen gün artıyor. Gün geçmiyor ki, öldürülen şiddete maruz kalan kadın haberleri medyada öncelikli yerini almasın... 
Sebep ister psikolojik, ister sosyolojik ve isterse toplumsal olsun, insanlığın yüz karası olan kadına uygulanan şiddet, taciz,  ölüm ve zulümlerin   biran önce son bulması ve kadına, anaya, eşe hak ettiği değerin saygınlığın kazandırılması dileğimle...

8 Eylül 2013 Pazar

Umudun Bittiği yerdedir Ölüm!

Bizi yaşatan, hayata bağlayan, zorluklarla mücadele gücümüzü kamçılayan, ölüm ile hayat arasında bir köprüdür umut.
Eğer nefes alabiliyorsanız, içinizde umut ışığı hep yanacaktır, yanmalı. insanın içinde yanan o ışık hayal gücü ile sabırla desteklenerek hayat bulur. Kimi zaman bir fakirin sofrasındaki çorbada, kimi zaman zenginin bankadaki hesabında, bir hastanın ilacındaki şifada, bir öğrencinin notunda, bir gencin geleceğinde, bir aşığın vuslatında, bir memurun emeklisinde, bir kuşun kanadında, bir toplumun savaşsız, barış, kardeşlik sevgi duyguları ile bezenmiş çağdaş uygarlığı yakalamasında, soğukta titreyen evsiz bir yetimin sıcacık huzurlu bir evinde, huzuru tüketmiş bir ailenin,saadetinde gizli...
İnsan umuda en fazla, çaresizliğin girdabında kaybolmuşken ihtiyaç duyar. Çünkü çaresizliğin girdabında çabalarken umut anlamlıdır. Umut öyle bir şey ki, çaresiz kaldığın en zor anlarda görülen küçük bir ışığa, tıpkı pervanenin ateşe koştuğu gibi koşmaktır.
Yapmak istediklerinizin peşine düşmek! Bu uğurda zorluklar, engeller, önünüze çıkan her ne varsa umutla, sabırla, kararlılıkla, azimle ve inançla mücadele etmek.
Bu çok kolay değil elbet... Hatta hiç kolay değil! Zaten önemli olan zoru başarmak değil mi? Zoru başararak istenilen hedefe ulaşıldığında duyulan mutluluğu tarif edebilmek mümkün mü?.. Düşünsenize her şey kolay olsaydı, o istediğiniz şeye ulaşmanın kıymetini anlayabilir miydiniz? Her karşılaşılan engelde, zorlukta vazgeçmek yerine umudunu güçlendirerek "olay daha bitmedi" diyerek mücadeleye ve yola yeniden devam etmek. Yılmadan, yorulmadan…
Kimi zaman da umud eder, hayal eder, sabreder, mücadele eder ama istediğimize ulaşamayabiliriz. Karamsarlığa kapılıp umuttan, hayalden vaz geçmek yaşamaktan vaz geçmek demek değil midir? Çünkü insan umud ettiği ölçüde yaşar. Aydınlık karanlığın bittiği yerde başlar.
Evet sağımız solumuz karanlık görünüyor, öyle bakıyoruz penceremizden; kırmalıyız karaya boyanmış gözlüklerimizi , kırmadan anlayamayız dışarıdaki baharı.
Umutlarımız var , umutlar ki bizi hazırlar yarınlara.
İnsanın umudu bitmemeli, bitmesi kendinin bitmesi demektir. İnsan yürekten, inançla sarılırsa , birlikteliğin gücünü, birleşen ellerin yumruk olduğunu görür ve karanlığa bir balyoz gibi iner o yumruklar.
Gücümüzün heybetini görürsek, insanın kurtuluşunun, gücümüzün bütünlüğünden geçtiğini anlarız.
Umudun bitmesi demek insanın her şeyden vaz geçmesi, hayallerinden isteklerinden, özlemlerinden, beklentilerinden, kısaca yaşamından vaz geçmesi demektir.İşte bu noktada ölümden farksız bir yaşam devam eder.

Çünkü ölüm, umudun bittiği yerdedir.

Umut ışığınız sönmesin..

Hanife MERT

1 Eylül 2013 Pazar

Eylül ve hüzün!


Her Eylül ayı geldiğinde içimi bir hüzün kaplar.. Eylül hüznün ayı, hazan mevsiminin başlangıcı.… Her yerde bir sessizlik hakim olur.Sadece sıcak yaz günlerinin sona ermesi ile tatlı tatlı esen hazan rüzgarlarının sesi duyulur. Bir zamanlar nadide bir tomurcuk iken etrafa canlılık güzellik katan yemyeşil yaprakların sararıp kuruması ve tutunduğu dalı terk etmesi gibi.Tıpkı sevdiğinden ayrılan, acısını ve gözyaşlarını yüreğine gömen bir sevgili edasıyla çaresiz düşmesine sessiz kalan dallar. Yaprağın kaderidir düşmek. Düşen ve hışırtılı sesleri ile bir oyana bir bu yana savrulan yapraklar neyi anlatmak ister bilinmez..

Tatlı tatlı esen sonbahar rüzgarlarının ardından yağan yağmurlarda sona eren son bulan güzelliklerin ardından dökülen göz yaşını andırır adeta... Doğanın bu nadide hali ne çok şey anlatır anlamak isteyene…! Doğanın sessiz çığlığı…





Bilinen bir şey var ki; o da hiç bir şeyin süreklilik taşımadığıdır. Güzelliğin, mutluluğun, canlılığın, sağlığın gençliğin ve hayatın tıpkı kuruyan yaprağın dalını terk etmesi gibi, insan da günü geldiğinde her şeyini geride bırakarak hayata tutunduğu dalını terk edecektir..

Ne zaman son bulacağı belli olmayan bu hayat yolculuğunda, yemyeşil bir yaprak gibi etrafa ışık canlılık saçarken, ışık olur kimilerine mutluluk huzur verir. Kimine rehber olur. Sevgi tohumları eker sevgisiz gönüllere... Dost olur, yaren olur. Kardeş olur kimine, kimine eş, kimine arkadaş olur. Kimine tutunacak bir dal olur... Ama bir gün kendinden çok şeyin gittiğini fark eder. Bir türlü ne olduğunu anlamadan tıpkı kuru bir yaprak gibi bir o yana bir bu yana savrulup durur dünya denen bu hanede..

Hiç ummadığı bir anda acı acı verilen bir sela ile irkilir insan. Hüzün dolu bir sesle sarsılır. Acı bir haber! Ölüm karşısında çaresizliğin haberini verir. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı sözün bittiği yer.“ “Şüphesiz biz Allah’tan geldik ve şüphesiz dönüşümüz O’na dır.”

Gidenin ardından çaresiz bakakalırız. Her giden arkasında kocaman bir boşluk bırakır. Ne giden unutulur, ne de arkasında bıraktığı boşluk doldurulur.
  Gönül gözümüzü açmak için bir çağrı mı hazan mevsimi? Ölümü, yokluğu, çaresizliği çağrıştırması adına.. Her güzelliğin bir sonu olduğunu bilip ona göre yaşamalı insan, kısaca  kadere rıza göstermeli ...

Eylül İşte! hüznün değişmez adresi..
Eylül bu! acıtır... Ama zamanla acıya da alıştırır.

Muhabbetle,
Hanife MERT











23 Temmuz 2013 Salı

Hatır Artık Hatıralarda mı?

Çocukluğumda, insanların birbirine şöyle dua ettiklerini hatırlıyorum;” Allah dumanınızı doğru tüttürsün.”Çocukluğun verdiği saf ve temiz düşüncelerle evlerin bacalarından yükselen dumanlara bakardım. Oysa dumanlar kıvrım kıvrım adeta gamı kasveti, kederi alıp götürürcesine yükselirdi gökyüzüne..Orada sorun mu var acaba? diye düşünürdüm. Çünkü eğri büğrü tütüyordu.
Çok haklıydı bu sözü söyleyenler gürül gürül yanan sobaların etrafına toplananlar ellerini ısıttığı gibi yüreklerini de ısıtıyordu. Derdi, gamı, kederi,ve üzüntüsü de yanan ateşle dumana karışıp gökyüzü semalarına karışıp uçuyordu. Her aile diğer bacadan yükselen dumandan haberini alıyordu belli ki..Bu duaya vesile olmuş.
Şimdilerde ise ne baca görebiliyoruz ne duman.. Devasa yükselen binalardan başka göze çarpan sevgisiz, mutsuz, umutsuz, karamsar,kötümser,agresif, gergin  üzgün ve yalnız yüzler...Sobamız yok, ancak yangınlar yüreğimizde çörekleniyor. Dumanı ateşi orada kor halini alıyor. Çünkü gürül gürül yanan sobayı farklı araçlarla değiştirdik... Haber veremiyoruz durumumuzdan eşe, dosta, arkadaşa, konuya, komşuya…Devasa yükselen binalarla birlikte içimizde ki sıkıntılar,endişeler,huzursuzluk, mutsuzluklarımız da devasa boyutlara ulaştı.Yürekleri yakıyor gürül gürül..
Elektirik faturası ödemek için gittiğimde, sırada beklerken gördüm. Bir annenin parıldayan gözlerinde ki endişeyi, korku ve çaresizliğin yüreğinde kor halini almış acının gözlerine yansımasını.. Hasta olan yavrusuna çare olamayışının çaresizliğini, onu kurtaramamanın verdiği acıyı, korkuyu okudum o parlayan parıldayan gözlerinde... Anlatırken dudakları titriyordu. Zaman zaman gözleri nemleniyordu. Belli ki; yüreğini yakan ateşi söndürememiş, paylaşıp sıkıntısını azaltamamış. Hatırı hali sorulmamış, yüreğini yakan ateşin alevini paylaşacak dindirecek birini aradığını fark ettim.Bu durum benim de içimi acıttı.. Belki bacadan kıvrım kıvrım duman yükselmiyordu ama, o duman öyle yakıp kavurmuş ki o acılı ana yüreğini, acı gözlerinden fışkırıyordu..
Durumunu anlayan halini hatırını soran var mıydı? Belli ki bulamamış...! Kim kimin hatırını soruyor ki, sorulmalı mı? Yoksa gerçekten hatır geçmişin tozlu hatıraları arasında ki o hazin yerini mi almıştı... Hatır hatıralarda mı kalmıştı artık?..
Öyle kendimiz olduk ki, hatır sormak şöyle dursun..Öbek öbek kaçar olduk, hatırı sorulası dostlarımızdan, arkadaşlarımızdan, kardeşlerimizden.. Nerde kaldı bizim hatırşinaslığımız, kardeşimizin dertleri ile dertlenmemiz..?
Oysa; öyle ince, derin ve yüreği sevgi dolu paylaşımcı, hoşgörülü, olmayı öğütleyen bir kültür mirasının varisleri olan bizlere, kardeşimizin derdiyle sıkıntısıyla dertlenmemizi, paylaşmamızı öğütlerken; “Müslüman’ dan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir” diye müjdeler veren rahmet peygamberi(s.av)nin bu müjdesi hatıralarda kalmış,tıpkı hatır gibi..Soramaz olmuşuz eşimize dostumuza, arkadaşımıza,yare yarene hatırını.. Oysa bir fincan kahvenin hatırını kırk yıla yayan medeniyet, acaba bir hatır sormanın değerini kaç katır yükü ile taşıyabilir..

Hatırı sorulan ve hatır soranlardan olmanız dileğimle.



Muhabbetle
Hanife MERT

5 Temmuz 2013 Cuma

Zamanla Yarış...

İnsan sürekli bir yerlere ulaşmanın yetişmenin  çabası içerisinde kıvranıp duruyor... Zamanın peşine takılmış, tıpkı maraton koşusu yapan sporcunun bitiş çizgisine bir an önce varması için önüne çıkan tüm engelleri aşması, bazen kırıp dökerek var gücü ile koşması gibi… "Zaman" hani şu  her şeyin ilacı olan...Yaralarımızı iyileştiren, acılarımızı dindiren merhem... Kimi zaman bırakın tedavi etmeyi hastalığın ta kendisi oluyor. Ardında hüzün, hasret,  elde, yüzde, dilde, gözde, ruhta, yürekte  imzasını  bırakıp gidiyor. Onun tek derdi   geçmek... İnsanın bütün çabası  ise yetişemeyeceğini bile bile  mücadelesini sürdürmek...  
Daha dün gibi 2012' yi uğurlayıp, 2013' ü kutlayışımız... Şimdi yılı yarıladık. Zaman öyle hızlı geçiyor ki,  insan da  bir kuş misali bu gün burada yarın bilmem nerede? 
20 Haziranda   büyük bir hasretle kızıma kavuştum. Birlikte çok güzel vakit geçirdik. Kızımın gelmesinden bir kaç gün sonra  Japon arkadaşını misafir ettik. Adı Kotoko Madono.  Ülkeler arası öğrenci değişim proğramı çerçevesinde, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde dünya tarihi okumuş. Dokuz aydır Ankara'da imiş. Okulu bitirmiş ülkesine dönecekken kızım Mersin'e de davet etmiş. Bana misafirimiz var anne kabul ederseniz dediği vakit önce biraz tedirgin oldum. İyi misafir edememekten çekindim açıkçası. Çünkü sadece biz değil orada Milletimizi temsil ediyor hissine kapıldım. Kızım, Kotoko'nun meramını anlatacak kadar Türkçe bildiğini o nedenle anlaşma konusunda problem olmayacağını söyledi. Bu anlamda biraz rahatladım. Damak tadı konusunda sıkıntı olur diye düşündüm, kızım bu konuda da beni rahatlattı. Türk mutfağını çok sevdiğini söyledi. Hal böyle iken bana da yöresel yemeklerimizi hazırlamak düştü. Sağ olsun komşum Serpil hanımın da yardımı ile içli köfte, mantı hazırladık.Mercimek çorbamız, tavuk ve sebze yemeklerimiz, salatamız ve milli içeceğimiz ayran ve diğer meyve sularımız ile ikramımızı en güzel şekilde yapmaya çalıştık. Kaldı ki milletimizin en güzel özelliği değil mi? Misafire izzeti ikramda bulunmak. Onu memnun etmek için elinden geleni esirgememek.
  Kotoko'yu hepimiz çok sevdik. Çekik gözleri,omuzuna kadar inen  düz saçları, zayıf ve minyon tipli sıcak ve sevecen hali ile kendini sevdirdi. Onun da bizden memnun kalması, ayrıca yemekleri çok beğendiğini söylemesi beni son derece mutlu etti.  Kızlarla birlikte gezdiler, denize girdiler, eğlendiler. Bizi unutmaması için ona, oyalı bir yazma ve kuran meali hediye ettim. Budist olduğunu, kuranı merak ettiğini okumak istediğini söylemesi beni ayrıca sevindirdi.Memnun bir şekilde buradan ayrıldı.Onun mutlu ayrılması ailecek bizi de mutlu etti. 
Kotoko'nun gittiği günün ertesi,  Anamur'a eşimin abisinin kızının düğününe gitmemiz gerekiyordu. Ani bir kararla apar topar alış veriş yaptık. Alel acele hazırlanıp yola koyulduk. Her zamanki gibi ani kararla apar topar hazırlanmamıza rağmen bu defa  temkinli idim. Zihnimde oluşturduğum listeme göre davrandım ve tüpü kapattım mı, suyu kapattım mı, ütünün fişini çektim mi? endişelerini ortadan kaldırdım. Anamur'a düğünden bir kaç gün önce gittik. Hem akraba ziyareti hem düğün. Yani  bir taşla iki kuş vurmuş olduk. Anamur'da da zaman çok dolu geçti. Düğün telaşı bir taraftan, diğer taraftan sırayla akraba ziyaretleri vaktin nasıl geçtiğini anlayamadık.  Düğünden önce her zaman olduğu gibi rahmetli babamın mezarını ziyaret etmek istedim. Sağ olsun eşim ve görümcemin kızları ile birlikte gittik. Mezar Anamur'un Kızıl aliler köyünde. Giderken yanımıza  su ve murt dalı aldık. Hava inanılmaz sıcaktı.
Güneş tam tepede öğle vakti idi. Mezarın üzerinde çok fazla ot vardı. Ayrıca bir de arı yuva yapmış. Eşim ateş yakıp arıyı kaçırmak istedi. Otların bir bölümüne  kağıt yakıp tutayım derken birden kurumuş otlar alev aldı. Biz telaşlandık yangın mezarın kıyılarında ki otlara da atladı. Mezarın yakınında bir ev vardı. Görümcemin kızının arkadaşının evi. Hoş tanıdık olmasa bile öyle bir durumda insan su istemek için giderdi. Oradan güğümlerle su verdiler bize. Neyse ki, yangın çok fazla büyümeden söndürdük.  Bu arada eşim şaşkınlıktan ayakları ile söndürmeye çalışırken parmakları hafif yandı. Mezarın üzerinde ki kurumuş dalları söküp, suladık. Murt dalını diktik. Yasin suresini okuduk, duamızı yaptıktan sonra mezar ziyareti maceramız son buldu.
1 temmuz pazartesi günü eşimin yiğeninin  düğününü yaptık. Çok güzel bir düğün oldu. Çiftimizi Allah mutlu mesut etsin bir yastıkta kocatsın. Düğünün hemen ertesi yani salı günü Mersin'e döndük. 
Dün akşam kızımı  Eskişehir'e uğurladım. Tekrar başa, başladığım noktaya geri döndüm...
Yazımın başında zamanın çok çabuk geçtiğinden dem vurmuştum. Şimdi düşünüyorum da! yaklaşık bir hafta gibi kısa bir zaman dilimine ne çok şey sığdırmışız...Yaşarken fark etmiyoruz lakin zaman geçerken bizden çok şeyi de beraberinde alıp götürüyor. 
Hayatı farkında yaşamalı, sevgiyi, dostluğu, kardeşliği hissetmeli, hissettirmeli.
Umutların, hayallerin beklentilerin  zamana kurban edilmemesi dileğiyle....

MURT/MERSİN BİTKİSİ HAKKINDA KISA BİLGİ
Murt/Hambelez) Mersingiller ailesindendir. 100 kadar türü vardır. Karadeniz, Ege ve özellikle Akdeniz kıyılarımızda kendiliğinden yetişir. Mayıs-haziran ayları arasında, beyaz renkli çiçekler açan, 1-3 m boylarında, yapraklarını dökmeyen, bir ağaççıktır. Yapı itibariyle gövde ve dallar şeklinde değil maki görünümündedir. Yapraklar kısa saplı ve karşılıklı, yeşil renkli, derimsi, oval şekillidir ve üzerinde salgı bezleri bulunur. Yaprakları hoş kokuludur. Yapraklarında ve çiçek dallarında reçine, tanen, sinaol, terpen, mirtol, pinen gibi maddeler vardır. Çiçekler beyaz, uzun saplı olup, tek olarak her bir yaprağın koltuğunda bulunur. Mersinde murt, Adana - Hatay taraflarında hambelez, diğer yörelerde mersin denilen meyveleri nohut büyüklüğünde, beyaz üzerine morumsu siyah lekelidir. Meyvenin ortalarında çok miktarda incirinkinden biraz irice olan hafif kekremsi çekirdekleri murt yeme zevkini azaltır. Murtda uçucu yağ, şeker, sitrik asit bulunur. Mersin bitkisinin dal, yaprak, çiçek ve meyveleri hoş kokuludur. Bitki, döktüğü tohumlarla kendiliğinden çoğalır ya da gövde çelikleriyle üretilir. 
Kullanıldığı yerler:
Murt dalları talvar (gölgelik) yapımında, Tak, Düğün salonu, sahne, kürsü süslemede, kesme çiçek tanziminde kullanılır. (Veya kullanılırdı) Murt; Mesane iltihaplarını giderir. Nezlede faydalıdır. Akciğer iltihaplarında kullanılır. Bel soğukluğunda faydalıdır. İshali keser. Mide ağrılarını giderir. Egzamada faydalıdır. Saçları boyamakta kullanılır. Bitkinin yaprakları, çiçekli dalları ve yapraklarından elde edilen uçucu yağ (Mersin esansı) kullanılır. Yaprak ve meyveler kabızlıkta, mikrop öldürücü, iştah açıcı, kan dindirici, antiseptik ve hâricen yara iyi edici olarak kullanılır. Taze yapraklarından, su buharı distilasyonu ile “Mersin Esansı” elde edilir. Bu esans renksiz, akıcı, özel kokulu ve yakıcı lezzetlidir. Takriben 100 kg yapraktan 300 gr esans elde edilir. Mirtenol, sineol ve terpenler ihtivâ ederler. Gıda ve parfümeri sanayisinde kullanılan önemli bir ham maddedir. Yöresel olarak şeker hastalığına karşı da (günde 10 damla) kullanılır. Mersin meyveleri uçucu yağ, tanen, sekerler ve organik asitler ihtivâ eder. Antiseptik özelliği de bulunan meyveler yemiş birkaç gün bozulmadan bekleyebilir. 


26 Mayıs 2013 Pazar

Ye Kürküm Ye Devri

Ye Kürküm Ye… 
Nasreddin Hoca’nın meşhur bir fıkrası vardırya hani; ye kürküm ye diye. Hoca bir gün günlük kıyafetiyle bir meclise gitmiş. Pek itibar hürmet görmemiş, sofraya da davet edilmemiş. Hocamız bu tabi, irfan ve feraset sahibi bir insan, sebebini anlamış bu durumun. Evine gitmiş güzel kıyafetlerini giymiş, üstüne de kürkünü. Tekrar aynı meclise gitmiş. Bu defa hocaya büyük itibar etmişler, hürmet göstermişler ve sofranın başucuna oturtmuşlar. Hocaya her yemek ikram edildiğinde Hoca önce kürkünü uzatıp “ye kürküm ye” diyormuş. Tabi çevresindekiler anlam veremeyip, “Hoca kürk yemek yer mi?” diye soruyorlarmış. Hoca da biraz önce normal kıyafetlerimle geldim, sofraya oturamadım, kürküm ile geldim sofranın başucuna oturdum. Yemek onun hakkı mealinde bir cevap vererek anlayanlara güzel bir ders vermiş. 
Her ne kadar yıllar,yüzyıllar da geçse, bilim ilerlese de, atların, eşeklerin,develerin, katırların yerini arabalar, trenler, uçaklar, helikopterler alsa da, bilgisayar, internet icat edilse de, bilgi çağına girmiş olsak da, insanların değer yargıları, yaşam felsefeleri ve zihniyetleri değişmiyor. 
İnsanlar kişileri dış görünüşlerine, giyimine, kuşamına, mevkisine, makamına, rütbesine, malına, mülküne,kazancına göre değerlendirip insan yerine koyuyor.. 
Görünüş ve madde insanların ruhlarına o kadar işlemiş ki. Bütün değer yargıları, şekil, görünüş ve madde üzerine bina edilmiş. Şeklin güzelse adamsın, paran varsa adamsın, zenginsen adamsın, mevki makam sahibi isen adamsın gibi.. Demek bu Nasreddin Hoca zamanında da böyleydi şimdi de böyle. Halbuki bizim kültürümüz edebi, ahlakı, ilimi, irfanı değerli görürdü. En değerli varlıklar olarak bunları kabul ederdi. Ahlak, ilim, irfan artık yok, para, ev, araba, mevki, makam var. 
Tüm bu değer yargılarımızın madde üzerinde yoğunlaştırılması, toplumda saygı, sevgi, hoşgörü, dostluk, vefa, yardımseverlik gibi değerlerin kaybolmasına neden olduğunu görüyoruz. 
Yoldan geçen yayaya çarpıp kaçan sorumsuz, ruhsuz insanların olduğu gibi, yerde yatıp canı yanarak kurtarılmayı bekleyen, kimseye yardım etmek yerine sadece bakıp geçen kişileri görüyoruz. . 
Beni  üzen; kendini dindar olarak tanımlayan ve görünüşte dini hassasiyetleri diğer insanlardan daha fazla olanlar da aynı. Onlar da tamamen saygılarını, hürmetlerini madde, para odaklı hale getirmişler. 

Belki çok genelleyici, karamsar ve kötümser bir yazı oldu. Ancak değer yargıları ahlak, edep, ilim, irfan temelinde kurulu insanlar olduğunu biliyorum ve benim  saygı ve hürmetim onlara... Parasına,  makamına,  arabasına, yazlığına, kışlığına değer biçenlere, fakiri güçsüzü ezenlere, yetimi yerenlere  değil...
sevgi ve muhabbetle



11 Şubat 2013 Pazartesi

"Vatanın Bağrına Düşman Dayamış Hançerini!!

Kurtuluş Savaşı  yıllarında, Milli mücadele sırasında Ankara’da kurulan mecliste, bir toplantıda  Bursa Mebusu Dr.Baha Bey meclis kürsüsünden; 
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, 
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini? " 
Namık Kemal'in bu iki dizesini okur... Bunun üzerine 
Mustafa Kemal'in yanıtı şöyle olmuştur; 
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini, 
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini!"
Geçmişte olduğu gibi bu günde,  düşman vatanın bağrına hançerini dayamış durumda, acaba  bunun farkında mıyız!
Büyük Atatürk, 10. Yıl Nutkun da ; “ Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” diyor. Elbette dünyada en önemli aydınlatıcı gücün, yüksek Türk Medeniyeti olduğuna işaret ediyor ve reçeteyi de kendi Türk kültür dünyamızda aramamız gerektiğine dikkat çekmektedir. Büyük Atatürk, Türk Milletine hedef olarak da, muasır(çağdaş) medeniyet seviyesinin üzerine çıkma azim ve iradesini göstermektedir. 
Oysa biz ne yapıyoruz? Çağdaşlaşmak, batılılaşmak adına Avruplılaşmaya çalışıyoruz. Böylece Atatürk’ün gösterdiği çağdaşlaşma yerine Avrupalılaşırken kendi benliğimizi yitiriyoruz. Milli değerlerimiz eriyor, kimlik yozlaşıyor. Vatanı sadece toprak parçası olarak görenlerin sayısı artıyor. 
Bayraklar yere atılıyor, yakılıyor. Toplumdan cılız bir tepki! Toplum sessiz adeta uyumuş, dondurulmuş durumda.  
Türküm demekten çekinir hale getirildik. Türk’üm demek Emperyalistlere şirin görünmek adına suç sayılmaya çalışılıyor. Neredeyse bölücülerle eşdeğer gösterilmeye çalışılır hale getirildik, farkında mıyız? 
Vatan sevgisini, millet sevgisini ifade etmek, Avrupa Birliği ve onların yandaşlarının neredeyse iznine bağlı hale getirildi. Acaba farkında mıyız? 
Her gün yeni bir, vatana ihanet edenin barış kardeşlik kisvesi altında açık itirafına tanık oluyoruz. 
Acaba Mustafa Kemal gibi,”Düşman vatanın bağrına dayasın hançerini, vardır kurtaracak Bahtı kara maderini” sözünü söylemek zamanı gelmedi mi? 
Yoksa Necip Fazıl’ın;”Kendi ülkende garip, kendi ülkende parya mı olacağız?
Bütün bunlardan hiç kuşkusuz dün olduğu gibi bugün de kurtulacağız. Bu konuda inancımız tamdır. Aksini düşünmeyin bile. Ancak bu durumu aşabilmemiz için;  Bir olalım, diri olalım, güçlü olalım.Emperyalistlerin ve bölücülerin oyunlarını bozalım.Çağdaş uygarlığın üzerine çıkmak için mücadele edelim.
 Vatanın iç ve dış düşmanlarına, dün olduğu gibi bu günde haddini bildirelim..

3 Kasım 2012 Cumartesi

Cehennem Sevgisiz Yüreklerde Yaşanır..

   
Bu yazımı 3 Kasım 2012 de paylaşmışım. Bu gün sevgi Müjde'nin (bücürükveben) Facebookta paylaştığı her yıl mart sonu itibarı ile yapılan  hükümet destekli fok avı caniliğini anlatan resim ve son günlerde ülkemizde özellikle küçük çocuklara yapılan taciz ve tecavüzlerin sonucunda öldürülmeleri, yine aynı şekilde arkası bitip tükenmek bilmeyen kadın tacizleri ölümlerine dikkat çekmek adına tekrar paylaşmak istedim. Biliyorum  bu paylaşımım belki bir derde derman olmayacak. Ancak insan olarak elimden gelenin bu olduğu bilinci ile en azından tepkimi göstermiş olabileceğimi düşündüm.

SEVGİ, varlığı ile insana hayat veren özü hoş görü,şefkat, merhamet, güven, dostluk, kardeşlik, saygı gibi, kaynağını Allah’tan alan yüce bir duygu.. Çünkü kainatın yaratılış gayesi ve insanın mayası sevgidir. Allah insanı, dünyayı ve tüm evreni sevgi üzerine yaratmıştır.

Bu kutsal duyguyu özünde barındıran insanın hayata bakışı, olayları değerlendirmesi, insanlara ve diğer canlılara davranışı sevgi ile olacaktır. Çünkü her insan, diğer insanlarla bir arada yaşamayı ve kendi yalnızlığından kurtulup, başkaları ile birlikte olmayı ister. İnsan, kendini ve diğer insanlarla olan ilişkilerini anlayabilmek için sevme güçlerini geliştirebilmeli ve tüm canlılarla beraber sevgisini paylaşabilmelidir. Dünya ile olan ilişkisini düşünce ve sevgi üzerine kuran bir kişi kendini tüm evrenle bir olmuş gibi hisseder. Sevgiyle yaklaşır her şeye. Evrende yaşayan tek canlının kendisi olmadığını bilir, diğer canlılara yaklaşımı sevgi ile olur..
Sokakta titreyen bir köpeğe merhamet edebilecek kadar, yaralı bir kediye merhem olacak kadar, aç bir kuşa yem, soğuktan titreyen bir yaşlıya ısı, kimsesiz yavrulara kimse, dalındaki çiçeği koparmaya kıyamayacak kadar şefkatli, yaratılanları Yaradan’dan ötürü sevecek kadar merhametli...

Yaşam, bu insanlar için tabiri caizse dünyada cenneti yaşamaktır. Zor durumda olanların yardımına koşmak, sıkıntıda olanların sıkıntısını paylaşarak gidermek, güçsüzlere, fakirlere, çaresizlere, dertlilere çare olabilmek insanı mutlu, huzurlu hissettirir. Özünde huzuru duyabilen insan, kendisi ile barışık, pozitif bir hayat yaşayan insandır..
Böyle insanların sayıca çok olması o toplumda acı, gözyaşı,yakmak, yıkmak yok etmek olan savaşların daha asgari düzeyde yaşanması anlamına gelmektedir. Sevgimizi ve onun özünde barındırdığı güzellikleri yaşamalı, göstermeli ve bu yaşantımız başkalarına da referans olmalı. Bu sayede İnsanlığın hak ettiği barış, kardeşlik ve adil bir düzenin hüküm sürdüğü bir dünyada rahat, huzur ve refah içinde yaşayanların çok olduğu bir düzen kurulabilsin...

Sevgiyi yüreğinde hissetmeyi başaramamış insanlar, sevginin özünü oluşturan unsurlardan uzak kalmış demektir. Böylelikle kendilerinden ve toplumdan uzaklaşarak yalnız kalmak, kendisini zayıf ve çaresiz hissederek özgüven kaybı yaşarlar.. Çünkü özgüvenin en önemli unsurlarından biridir sevgiye layık olabilmek. Kişi, kendisinin sevgiye layık olmadığı inancıyla baş edemez ve güçsüz düşer. Bu duygu ise insanı günden güne zayıflatır. Ruhu  Hata yapma riskini arttırır. Kin, nefret, kıskançlık,maddi tatminsizlik duygularının yoğun yaşanmasına neden olur.

Ruhun gıdasıdır sevgi.Nasıl ki yeterli beslenemeyen, midesini aç bırakan bir insanın vücudunda bir müddet sonra, biyolojik olarak bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmaz ise, ruhu sevgi ile beslenememiş aç bırakılmış bir insanda da ruhen bir takım hastalıkların oluşması kaçınılmazdır.

Böyle bir durumda hoşgörü , sevgi ve evrensel dostluğun timsali Mevlana’nın "Cehennem insan yüreğindeki sevginin bittiği yerdir”sözünde ifade ettiği sevgisiz insan modeli çıkar ortaya.
Sık sık şahit olduğumuz çirkin olaylar, örneğin bebeklere, çocuklara, yaşlılar ve  kadınlar gibi savunmasız insanlara, hayvanlara yapılan insanlık dışı davranışların temel sebebi sevgisizliktir. İlginçtir ki, sevgisizlik suçunu işleyenlere; pişman mısın? diye sorulduğunda, pişman olmadıklarını söylerler. Çünkü bu durumda vicdan, merhamet, hoşgörü, sevgi, saygı duyguları devre dışı kalmıştır. Böyle insanların olduğu yerlerde hayat diğer insanlar için çekilmez bir hal alır. Kendilerini güvende hissedemezler. 
Kaldı ki, bu insanların ne zaman, nerde, ne yapacakları önceden tespit edilemez.

Sevgisizlikten kaynaklanan olayların önüne geçebilmek için, artık insanlara sevgiyi öğretmek elzem bir ihtiyaç haline gelmiştir. Tıpkı Erich Fromm’un ifade ettiği gibi, "doktorluğu,mühendisliği,öğretmenliği, marangozluğu öğrendiğimiz bunlara emek ve zaman verdiğimiz gibi sevme sanatını da öğrenebilmemiz gerekiyor. Sevelim ki sevilebilelim. Sevilebilelim ki kendimize,insanlara,yaşama güvenebilelim.“Sevgi yoksa güven, güven yoksa doyum yoktur”. 
Kısaca sevgi her şeydir.
Hanife Mert

13 Ekim 2012 Cumartesi

Üç Günlük Dünya!!



“Geçmişimizi bu güne taşıdığımız sürece, bu gün yeni bir gün olmuyor. Geçmişin yükünden kurtulamadığımızda, her sabah yeni bir güne değil, düne uyanıyoruz…”

  Üç günlük dünya deyimi; kimine göre “aman sen de, takma kafana her şeyi” düşüncesi ile dünyaya karşı bir boş vermişlik havası estirirken, kimine göre ise tam tersi “artık kafana taksan iyi olur, ömür sermayesi azaldı kendine çeki düzen ver” anlamında bir uyarı olarak algılanır..
  Üç gün dediğimiz dünya; dün,”geçmişimiz” bu gün, “yaşadığımız an” ve yarın “geleceğimiz” den oluşmaktadır. Dün geçti, iyisi ile kötüsü ile yaşandı ve bitti. Bu gün hali hazırda yaşanıyor. Yarın henüz gelmedi bilmiyoruz. Yarın hakkında konuşmak çok gerçekçi olmasa gerek. Çünkü yarın belirsiz ve sınırsızdır.
  Öyleyse dün geçti, yarının geleceği belli değil, bu günün kıymetini bilmeli insan. Çünkü bu günden geçen her dakika düne dahil olurken, aynı esnada gelecekle ilgili planlar peşinde koşmak da bize kaç tane bu gün kaçırtıyor bir bilseniz… Gitti mi gelmeyen bütün o anlarla geçmişi zenginleştirirken, keşkelerle dolu bir geleceğe de yatırım yapmış oluyoruz. Kötü anılarımız da iyi anılarımız da gelecek içinde kısa anlara dönüşürler. Örneğin günlerce okuduğumuz uzun bir kitabı, nasıl beş dakika içerisinde anlatabiliyorsak geçmiş de geleceğimizin içinde kısa anlardan ibaret aktarılır, bir günden diğerine…
  Dünde yaşamak ve bu güne dünden kalma şeylerle uyanmak, bu günden çok şey kaybettirir.Bu günün pırıl pırıl bir güne başlamanı engelleyenin; beklemediğin bir söze muhatap olman, uzun mücadelenin sonunda elde edemediğin bir başarı,zihninden atamadığın keşkeler, eşinle, çocuklarınla sağlayamadığın bir düzen,sahip olamadığın ev, araba, yazlık gibi insanı kısa süreli mutlu eden şeylerin olması... Sebep her ne olursa olsun dünü dünde bırakmak bu güne yeni umutlarla, isteklerle uyanmak gönlünü, sevgini insanlara, doğaya, bir kuşa, bir kediye, köpeğe sunarak başlamak ve devamını da getirmek hem kendimizi hem etrafımızda bizimle birlikte hayat yolculuğunda yol alan yol arkadaşlarımızı da mutlu huzurlu hissettirecektir. Bu silsile artarak çoğalacak ve yaşamın gayesini anlamak ve doğru anlamlandırmış bir vaziyette hayattan zevk alarak, sen de sana sunulan bu dünya sofrasında payına düşeni sunmuş olmanın huzurunu duyarsın.
   Kaldı ki, unutulmaması gereken; dünü değiştirmek gibi bir şansımızın olmadığıdır. Yaşanan bir olayı da tekrar yaşamak ya da, yaşanmamış saymak gibi bir lüksümüz de yoktur. Hal böyle iken neden ısrarla bu günde dün yaşanır ki? Dünü yaşamaya devam etmek, insanın psikolojisi üzerinde de olumsuz etkilere sebep olur. Nasıl ki, elinizin üzerini sürekli kaşırsanız, kaşınan yerdeki cilt tahriş olur, kızarmaya başlar ve bir müddet sonra yaraya çevirir.İişte geçmişte yaşanan olayların üzerini sürekli kaşımak da tıpkı elimizde açılan yara gibi, yüreğimizde, ruhumuzda tedavisi mümkün olmayan derin yaraların açılmasına neden olabilir...
  Peki düne hiç mi dönmeyeceğiz? Elbette döneceğiz, çünkü bir anlamda dünümüz geçmişimiz ve tecrübelerimizdir . Bu günümüze ve yarınımıza ışık tutan yaşanmışlıklarımız olarak kalmalı. Bu güne, taşıma gayesi, sadece dünden kalan deneyimlerimizi yeni bir günle birleştirerek hayatı güzelleştirmek, yapılan yanlışlardan ders almak olmalı.
   Kimi de gelecekte ne yaşayacağını bilmemesine rağmen, dün ve bu günden kalma yaşanmışlıklarına bakarak, hayalinde canlandırdığı, umut ettiği yaşayıp yaşayamayacağı belli olmayan bir konu hakkında endişelenerek bu gününü mutsuz etmek pahasına asıl gününü yaşamaktan kendini alıkoyar. Örneğin bir öğrenci başarısız olduğu bir dersten olumsuz etkilenerek artık o derste başarıyı asla yakalayamayacağı düşüncesi ile umudunu kaybedip, kendisini mutsuz ederek, tıpkı geçmişine takılıp günü kaçıranlar gibi, geleceğine takılıp da bu gününü yaşamaktan kendini mahrum eder.
   Şöyle bir hikaye anlatılır, köyün birinde bir aile akşam yemeğinde sofraya otururlar. Evin hanımı sofraya suyun getirilmediğini görür ve kızını kuyuya su çekmesi için gönderir. Aradan biraz zaman geçer suya giden kız gelmez. Hanım diğer kızını ablasına bakması için gönderir. Küçük kardeş kuyunun başına geldiğinde, ablasının ağladığını görür. Neden ağladığını sorduğunda; cevap ilginçtir. –Ben evlensem, çocuğum olsa ve burada oynarken bu kuyuya düşse ben nasıl dayanırım diye ağlamaktadır. Bu cevap üzerine iki kardeş kuyunun başında birlikte ağlamaya başlarlar. Sofrada su bekleyen aile kızlarının gelmemesi üzerine bu defa oğlunu gönderir. Oğlanda dönmez, bunun üzerine evin hanımı gider bakmaya o da dönmez. Artık evin beyi merak etmiştir giden dönmüyor. Kendisi gider ve bu defa gördüğü manzara karşısında şaşkındır. Evin hanımı çocukları ile birlikte kuyunun başında gelecekte olma ihtimali belki de hiç olmayacak bir olay için ağlamaktadırlar. Bu durum karşısında beyin cevabı . “Olsaydı ile bitseydiyi ekmişler HİÇ çıkmış” olmuş. Boş hayallerin peşinden gitmenin insana hiçbir şey kazandırmayacağını anlatmış.,
   İşte böyle, ne tamamen dünyaya boş vermişlik felsefesi ile yaklaşmak, ne de tüm enerjinizi geçmiş ve gelecek üzerinde yoğunlaşarak tüketmek yerine, hayata anlam katacak işlerle zamanı yaşamak, pozitif hale getirmek amaç olmalı. Keşkeler ve iyi düşün iyi olsun, umutla bak, akışına bırak sözlerin yanı sıra yaşadığın ana hayata da anlam katmak gerekir. Hayatın sesi kahkahaya, kokusu bir çiçeğe, görüntüsü masmavi bir gökyüzüne, tadı da lezzete dönüşmelidir. Çünkü şu üç günlük dünyanın en güzel günü sadece bugündür. Bugüne bir şeyler katmayı bırakıp, dün ve yarın için kaygılanmak, “artık” sizin olmayanla, “zaten” sizin olmayan için kaygılanmaktan başka ne olabilir ki?
   Şu üç günlük dünyada, en güzel günün kıymetini bilme zamanıdır şimdi… Sarılmak istediğinize sarılın; seviyorum demek istediğinizde tereddüt etmeyin; tanımadığınız insanlarla konuşmaktan korkmayın; güzel dileklerinizi insanlardan esirgemeyin; yolda yürürken sadece önünüze değil, gökyüzüne de bakın; nefes alırken gülümsemeyi unutmayın ve her zaman mutlu olup anı yaşayın…

Muhabbetle
Hanife Mert

























Halimiz Ortada

  Dün, uzun süredir görüşemediğim bir arkadaşım aradı beni. Görüşmememizin özel bir nedeni yok. Hayat gailesi işte... Kendimizi öylesine kap...