26 Ocak 2016 Salı

Yeni K. Çalışmamdan Bir Bölüm

...Karışık olan zihnim büyük annemin en son yaptığı çıkışla arap saçına dönmüştü. İki odalı evimizin hol ile oturma odası arasında amaçsızca gidip geldiğimi fark ettim. Büyük annemin söyledikleri zihnimde yankılanıyordu.  
  
   Kendimi çok çaresiz, çok yalnız hissediyordum. Başımı yastığa gömdüm. Gözyaşlarımdan yastığın ıslandığını fark ettim. Neydi bu başıma gelenler, daha babamın acısıyla baş edemezken… Diğer yandan büyük annemin ve dedemin neden böyle davrandığını anlamaya çalışıyordum. Neden bana inanmıyorlardı, neden yapmadığım bir suçla itham ediliyordum ki? Ağlamayı bırakıp düşünmeye başladım. "Ya gerçekten amcama mektup yazıp anlatırlarsa, ya amcam beni buradan götürürse? İşte bu yandığımın resmidir. Eğer köye gidersem okul hayatım da bitmiş demekti. Çünkü köyde kızlar ilkokuldan sonra okutulmaz, 13- 14 yaşlarına geldiğinde kızın fikri alınmadan, gönlünün olup olmadığına bakılmaksızın, büyüklerin uygun bulduğu biriyle evlendirilirdi. Öyle bir durumda benim de sonum o kızlardan farksız olacaktı. Düşünmesi bile korkunçtu.

   Ya annem büyük annemin sözüne inanır, o da beni köye göndermek isterse..? Gecenin bir yarısı olmuşu. Herkes sıcak yatağında mışıl mışıl uyurken, ben ardı arkası kesilmeyen düşüncelerle boğuşuyordum.
  

   Biraz nefes almak içimdeki karanlığa bir nebze ışık olması düşüncesi ile lambayı söndürdüm. Pencerenin perdesini hafif araladım, bir müddet dışarıyı seyrettim.
  

   Etraf zifiri karanlığa bürünmüştü. Gökyüzünde tek bir yıldız görünmüyordu. Ortalığı evimizin az ilerisinde yanan sokak lambasının loş ışığı aydınlatıyordu. Lambanın ışığından süzülüp titreyerek yere inen yağmura takıldı gözüm. Bir müddet hiç bir şey düşünmeden izledim. Sonra nasıl olduğunu anlamadan, kendimi sokak lambasının yanında buldum. Üzerime hafif hafif yağan yağmur içimi ferahlatmıştı. Biraz oyalandım. Yerde biriken suya düşerken geniş haleler çizen damlaları seyrettim. Başımı havaya kaldırdım, ince ince serpiştiren damlalar yüzüme düşüyordu. Gözlerimi kapatıp bir süre öyle bekledim. İçim huzur dolmuştu. O anın büyüsünü bozmamak için gözlerimi açamıyordum. Yağmur hızını arttırmıştı. Üşüdüğümü hissettim. Gözlerimi açıp eve gitmeyi düşünürken birden ürkütücü bir şekilde şimşekler çakmaya başladı. Ardından sokak lambasının ışığı söndü. Her yer kararıverdi. Göz gözü görmüyordu. Sağa sola koşmaya başladım. Aman Allah'ım! neler oluyor? diye etrafımda dönüp duruyor, evimizi bulamıyordum. Nasıl olduğunu anlamadan kendimi uçsuz bucaksız bir ormanın içinde buldum. Korkmuştum! Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyor, nefesim kesiliyordu. Ayaklarımda derman kalmamıştı."İmdat, kurtarın beni, kimse yok mu?" diye bağırıyordum. Ancak sesimi kimseye duyuramıyordum. Kaçtıkça birbirine sarmaşık gibi kenetlenmiş ağaçlara takılıyordum. Ben kurtulmaya çalıştıkça onlar etrafımı sarıyordu. Elim yüzüm çizilmiş, hatta kanamıştı. Yağmur da şiddetini gittikçe arttırıyordu. Zannedersin ki, gök yarılmış bütün sular yeryüzüne boşalıyordu. Etraf bir anda çamur deryasına dönüşüverdi. Bastığım yerde ayağım kalıyordu. Ayakkabıma yapışan çamurlar yürümemi engelliyordu. Sık sık kendime: "Allah'ım neresi burası? ben buraya nasıl geldim? Allah'ım ne olursun kurtar beni! Buradan biran önce çıkmam lazım diye hem dua ediyor hem de ağlıyordum. Bir ara arkadan gelen garip sesler duydum. Hayvan sesi mi, yoksa insan sesi mi? ayırt edemedim. Bu sesler bir yanılsama mı, yoksa gerçek mi? bilmiyordum. Bildiğim tek şey vardı o da aklımı oynatacak kadar korktuğumdu. Bağıra bağıra ağlamaya başladım. Bir taraftan da kaçmak için mücadele ediyordum. Ama nafile. Yoktu bir çıkış yolu. Aynı noktada dönüp duruyordum. Artık ümidimi kaybetmiştim. Olduğum yere oturdum. Son bir kere Allah'ım ne olursun bana yardım et. Bir çıkış yolu göster. Beni buradan kurtar diye yalvarmaya başladım. Bir süre sonra yağmurun şiddeti azalır gibi oldu. Derin bir nefes aldım. Kalktım tekrar yürümeye çalıştım. Ağaçlar seyreliyordu sanki. Bir süre sonra tamamen bitti. O sarmaşık gibi beni sarmalayan ağaçlar yoktu, kurtulmuştum. Önümde sonunu göremediğim uzun toprak, çakıllı ve çamur bir yol vardı. O yolu takip etmeliyim diye düşündüm. Hoş başka çarem de yoktu zaten. Bu yol beni evimize götürecekti, buna inanmaya başlamıştım. Düşe kalka koşuyordum. Üstüm başım sırılsıklam, elim yüzüm çamur içinde kalmıştı. Kollarımı ağaçlar çizmiş kan içindeydi. Artık biraz olsun rahatlamıştım. Çünkü o korkunç ormandan kurtulmuştum. İçimde bir ümit ışığı belirdi. Bu yol beni düze çıkaracaktı. Öyle de oldu. Yol bitmişti. Sabah olmuş, masmavi bir gökyüzü, pırıl pırıl parlayan bir güneş, envai çeşit çiçeklerle bezenmiş görkemli bir orman vardı. Burası diğerine hiç benzemiyordu. Çok şaşkındım. Etrafı seyretmeye başladım... Neler oluyor, ben neredeyim? diye kendime soruyordum. Hala şaşkın ve merak içindeydim. Karşıda tek katlı müstakil bir ev dikkatimi çekti. Merakımı gidermek için o eve doğru yürüdüm. Aynı anda biri bana doğru geliyordu. Uzun boylu dalgalı kumral saçlı biri. Yaklaştıkça tanıdık gelmeye başladı yüzü... Aman tanrım! Bu gelen babam! Siyah kaşe ceketi, beyaz balıkçı kazağı vardı. Şaşkınlığım iyice artmıştı. Babam yanıma geldi. Baba! sen misin? Burada ne yapıyorsun? Bizi neden bırakıp gittin?.. soruların ardı kesilmiyordu. Ağlayarak boynuna sarıldım. Öyle sıkı sardım ki, nefes almakta zorlanıyordu. Sonra öpmeye başladım. Ne çok özlemiştim. Bir müddet öylece kaldık. "Nasıl da özlemişim seni canım babam" dedim Söyleyecek öyle çok şey vardı ki, nereden başlayacağımı, hangisini önce söyleyeceğimi bilemiyordum. Hani derler ya, söyleyecek sözün çokluğu insanı dilsiz yapar, konuşamaz olursun. İşte öyle oldu. Sadece onu çok özlediğimizi söyleyip durdum. Bir taraftan da gözlerimden yaşlar durmaksızın akıyordu. Hüzün ve sevinci aynı anda yaşıyordum. Bizi neden bırakıp gittin?" diye sordum. Cevap vermedi. Sanki yaşadıklarımızdan haberdar gibi üzgün bakıyordu. "Hadi evimize gidelim babacığım" dedim. Babam tam konuşmaya başlamıştı ki, o anda duyduğum ezan sesiyle her şey biranda kaybolmuştu...

Değerli yorumlarınızı bekliyorum.:)


Muhabbetle
Hanife Mert

25 Ocak 2016 Pazartesi

Nostaljik Pazartesi ( Kara Tren Türküsü Hikayesi)


Türkülerimiz özümüz yüreğimizin bam teli, başımızın sevda yeli.Türküler umuttur, aşktır, hasrettir, özlemdir, vefadır. Kıvrım kıvrım akan bir nehir gibi, yüreklerde dolanan sılaya uzanan bir yoldur. Yüreğin gurbetinde yetişen özlemleri kor kor demet demet sunan hasret çiçeğidir. Yaşama sevincinden ölüm acısına kadar, vefayı vefasızlığı, hasreti, özlemi, sevgiyi, inancı, direnci, aşkı, kahramanlığı türkülerde hissedip türkülerde yaşadık. Velhasıl türkülerimiz bizi bize anlatan, bize tanıtan yürek seslerimizdir. Milletimizin bu nadide kültürünün gündemde tutulması , gençliğimize sevdirilmesi ve ilgi uyandırılması gereken önemli kültürel değerlerimizdendir. Her birinin kendine has bir hikayesi vardır.

   Ben uzun bir süre bu güzel  kültürümüzün hikayesini araştırdım ve bloğumda paylaştım. Son zamanlarda biraz ara verdim. Nostaljik pazartesi için 09.01.2013 tarihinde paylaştığım  kara tren türküsü ve hikayesi...



Hüzünlü hikayesi ve kara tren türküsü eşliğinde iyi okumalar.



TIKLA

24 Ocak 2016 Pazar

Neden Haber Vermedin ki



Ne kervan kaldı ne at, hepsi silinip gitti, İyi İnsanlar iyi atlara binip gitti. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “Aynada ki Yalan” isimli romanının başkahramanı Naci’nin arayış içerisinde olduğu bir dönemde kendisine “Senin anlayacağın iyi insanlar iyi atlara binip gitti” cevabı verilir ve şöyle bir hikâye anlatılır: “Bir gün cins at meraklısı bir adam, cins atlarıyla meşhur bir yere gidiyor. Tanıdıklarından kimi sorsa “Öldü!” cevabını alıyor. Ya şu ağa, ya bu ağa..? Göçtü..! Ya filan atın soyu, ya filan kısrağın dölü..? Kurudu…! Sonunda at meraklısına şu karşılığı veriyorlar: “Senin anlayacağın iyi insanlar iyi atlara binip gitti?
  Üstad ne güzel söylemiş. İyi insanlar, ardında bıraktıkları güzel isimleri ile bir bir hayata veda edip gidiyor. Tıpkı son dönemde ülkemiz için canını feda eden aziz şehitlerimiz ve değerli hizmetleriyle bu milletin gönlünde taht kurmuş sanat, edebiyat, siyaset ve iş dünyasının çok değerli insanlarının ardında gözü yaşlı sevenlerini bırakarak veda etmesi gibi... Onlara Allah'tan rahmet, yakınlarına sabır diliyorum.
   Her ne kadar dünyanın cezbedici süsüne kendimizi kaptırarak; bizim için kaçınılmaz son olan ölüm gerçeğini gündemde tutmak istemesek de, o hayatımızın bir parçasıdır. Biz onu unutsak da o bizi hiç unutmaz. Vakti geldiğinde kapımızı çalar. Ölümden korkmak veya korkulacak bir şey gibi görmek, içimizdeki iman eksikliğinin bir sonucu olsa gerek. insanca ve İslamca bir hayat sürmek ölümün korkulacak bir şey olmadığını anlamamızı kolaylaştırır.
  Cahit Sıtkı Tarancı "yaş otuz beş" şiirinde; 
…Neylersin ölüm herkesin başında. 
Uyudun uyanamadın olacak. 
Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında? 
Bir namazlık saltanatın olacak, 
Taht misali o musalla taşında. 
  Dizeleri ile ölümün  zamanı ve yeri belli olmayan bir anda herkesin başına gelebileceğini ifade etmekte.
  Ölüm dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. İnsanlar ölüm ve ölüm sonrası hayatın mahiyetini bilemediği için, hayatın bu dönüm noktasını soğuk ve itici bulur...
 Onda n kaçmak imkansız. Nerede olursak olalım o bizi mutlaka bulur. Yüce Allah “her nefis ölümü tadacaktır.”(Al-i İmran 3/185) buyurarak yaratılan her canlının ölümü mutlaka tadacağını haber vermektedir. Öyleyse kaçmak niye?
 Kaçmak yerine yapılacak en akıllıca iş onu beklemek...Giderken götüreceklerimizin hazırlığını yapmak olmalı.
 Sadi Şirazi, Gülistan isimli eserinde bir hikaye anlatır. Hikaye şöyle başlıyor; adamın biri yıkılan evinin karşısına geçmiş bir yandan ağlıyor, diğer yandan da: "Ah evim! Çökmeden evvel bari bir haber verseydin de ona göre tedbir alsaydım" diye söylenip duruyormuş.
 Birden o harabeden bir ses yükselmiş; "Be adam!.. Ben yıllardır sana, çatlayan duvarlarım ve dökülen sıvalarımla çöküyorum diye haber veriyordum. Fakat sen, her defasında bir avuç toprak ile çıka geliyor ve o çatlakları örterek verdiğim haberi adeta ağzıma tıkıyordun" demiş.
  Hikaye manidardır. Çünkü bizim hayat evimizde de hızla tahripler, çatlaklar oluşmakta ve ömür binamızdan her geçen gün bir taş daha düşmektedir. Çok insaflıdır ölüm... Gelmeden önce nice haberler gönderir de, biz bir türlü dönüp bakmayız o ikazlara...Her birine bir bahane bulur , "hastalıktır geçer" der, önemsemeyiz.
 Günbegün tükenip gittiğimizi görmeyiz... Ömür, bitmeyecek bir hazine gibi görünür gözümüze; Oysa her şeyin bir sona mahkum olduğuna inanmak istemeyiz. Aldanırız, ama kabul edemeyiz bunu bir türlü...
 Ve bir gün ölüm gelip dikiliverir karşımıza... Şaşırır ve endişeli soru veririz; "Neden haber vermedin ki?"
 Cevap vermek zorunda mıdır ölüm... Zira  o, haberini çoktan vermiştir...

  Ölüm kaçınılmaz son. Lakin ölüm doğal olmalı. Allah’ın verdiği canı zalim almamalı. Ölüm gerçeği insanları can yakmaktan, can almaktan, hak yemekten, adaletsizlikten, yetim malı yemekten, suç işlemekten, savaşlardan alı koymalı. Her insanın barış içinde, huzurlu, mutlu kendini güvende hissedebileceği bir dünyada yaşamak en doğal insani hakkıdır…

Muhabbetle,
Hanife Mert



19 Ocak 2016 Salı

DÜĞÜNÜMÜZE DAVETLİSİNİZ


Bizim oralarda hızlı giden birine "bu ne acele ardından atlı mı kovalıyor?" derler. Ben de aynı soruyu durmadan dinlenmeden hızla akıp giden zamana sormak istiyorum. Bu ne hız, bu ne acele ardından atlı mı kovalıyor?.. 

  Bu kadar hızlı geçen zaman bazen de geçmek bilmez.
 Hani mutlu bir haber beklerken, uzun süredir göremediğin bir hasrete kavuşurken, acı duyarken, insanın içi yanarken ve benzer bir çok nedenden dolayı da geçmek bilmez. Zamanın geçmesi ya da geçmemesi insanın düşüncesi ile ilgili mi? diye de düşünmeden edemiyorum...  

  Malumunuz tek düze bir hayat yaşamıyoruz. Özellikle son dönemlerde gerek ülkemizde ve gerekse komşularımızda hoş olmayan, mutluluktan ziyade, mutsuzluğa endekslenmiş olaylara şahit olmaktayız. Öyle ki, kimi zaman içimiz yanıyor, sinirlerimiz hat safhada geriliyor, bazı insanların  insafsızca insanlık dışı  davranışları sebebiyle de yaşamaktan bezgin bir duruma gelebiliyoruz. Tüm bu olumsuzluklara rağmen bazen de;  küçük sevinçler, mutluluklar, kimi zaman da hayattan tat almamızı sağlayacak türden güzellikler de yaşamıyor değiliz. Kaldırımda kendiliğinden açan bir çiçeğin etrafa güzel koku yayması gibi.

 Zamanın hızla akıp gittiğinden dem vurdum. Sizinle mutluluğumu paylaşmaktı amacım. Lakin yaşananlar bizi öylesine etkiliyor ki, mutlu olmayı bile kendimize neredeyse yasaklar duruma getirebiliyor.
  Daha dün gibiydi ebenin minik Merve'mi  elime verdiği. Uzun kumral saçları, çekik kahverengi gözleri ile dünyamızı aydınlatmıştı. Bize anne baba duygusu gibi eşsiz bir duyguyu hissetmemize vesile olmuştu. Bizi tarifsiz şekilde mutlu etmişti. Yaşamının her evresinde ailemizin hem gurur hem de  mutluluk kaynağı olmuştu...


  Hiç şüphesiz her anne babanın en büyük arzusudur hayatına anlam katan, ona Allah'ın en güzel lütfu olan evladının kendi ayakları üzerinde durduğunu, yuvasını kurduğunu görmek. Onun mutluluğu ile mutlu olmak... 

  İşte dedim ya, şöyle etrafıma baktığımda bu mutluluğu yaşayamayacak anneleri babaları, küçücük bir umudun peşinden giden ve sonu hüsranla biten, karaya vuran, minicik bedenleri ateşte yanan günahsız bebeleri düşündükçe, mutluluğum acıya dönüşüveriyor. Elden bir şey gelmemesi üzüyor insanı.
  Hal böyle iken,  bir yerde ölümler yaşanırken, bir başka yerde doğumlar, düğünler yaşanıyor. Bu durum da ise, ölenle kimse ölmüyor, hayat devam ediyor düşüncesi meşgul ediyor zihnimi.

 Özetle,  değerli blog yazarları 06 Şubat 2016 tarihinde kızım Merve'nin düğününü sizlere haber vermek istedim. Bu nasıl düğün daveti mutsuzluk içeriyor diye düşünebilirsiniz. Maalesef ülkemizin , insanlığın gerçeği bu...

İşte hayat bu! Mutlu olmak için önce mutsuzluğu yaşatıyor insana. Hani her nimetin bir külfeti olurmuş ya.. Tıpkı benim mutlu bir haber vermek için onca mutsuzluktan bahsettiğim gibi...


NOT: Gelebilecek durumda olan arkadaşları düğünümüze beklerim.

Muhabbetle,
Hanife Mert

18 Ocak 2016 Pazartesi

Nostaljik Pazartesi (Toplum Nereye Gidiyor)




Sevgili arkadaşlar yeni gördüğüm ve çok faydalı bir paylaşım olacağını düşündüğüm Nostaljik Pazartesi paylaşımlarına bu günden itibaren ben de katılıyorum. Bu gün sizlerle 05 Eylül 2012 tarihinde paylaştığın yazımı ekliyorum.

Bir toplumda farklı anlayış ve bölgesel kültürleri birleştiren,herkesin ortak paydasını oluşturan bazı değerler vardır. Vatan gibi,bayrak gibi,bağımsızlık gibi, ülkü gibi, tarih, kültür gibi değerler..
 Yüzyıllar boyunca aynı geçmişe sahip oluşumuz, aynı inançları paylaşmamız, aynı vatan toprakları üzerinde barış içinde kardeşçe yaşamamız,oluşan bazı farklılıkları unutturmuştur. 
Sevinçli günlerimizde temel değerler etrafında bir araya gelerek sevincimizi paylaştık. Ülkemizin bir tarafında meydana gelen acı bir olay karşısında hep birlikte yas tuttuk. Yardım için elimizden geleni yapmaya gayret ettik.. 
Ancak şu son günlerde, yaşanan toplumsal olaylar ve verilen daha doğrusu verilemeyen tepkiler gösteriyor ki; bir halkın yapı taşlarından biri olan toplum olgusu kökünden sallanmaya başlamıştır... 
Yazının devamını linkten okuyabilirsiniz.

http://yaren33.blogspot.com.tr/2012/09/toplum-nereye-gidiyor.html




Hanife Mert 





YENİ KİTABIM YOLCULUK ÇIKTI!

Uzun bir aradan sonra merhaba diyerek yeni döneme başlamak istiyorum. Bir süredir bloğumdan ve   değerli blog arkadaşlarımdan uzak kaldım. S...