28 Ocak 2013 Pazartesi

Sarı Gelin Türküsü ve Hikayesi


                                                                  
Türkünün Hikayesi
Sarı Gelin türküsü, Kuzeydoğu Anadolu Erzurum coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman´dır. .
Sarı Gelin, eski çağlardan beri Çoruh ırmağı boyunda yaşayan Hıristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Erzurumlu bir delikanlı sarışın Kıpçak beyinin kızına âşık olur ve Erzurumlu delikanlı ile sarışın Kıpçak kızının arasında Erzurum ve yöresinde yaşanmaktadır.
Türk kültüründen etkilenen Ermeniler arasında birçok şifahî halk edebiyatı ürünümüzün yaşıyor olması, Sarı Gelin türküsünün, bir Ermeni türküsü olduğu iddiasının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Böyle bir şey yoktur. Sarı gelin türküsünde Ermenice kelime yoktur.
Sarışın Kıpçak kızına âşık olan delikanlının ailesi,oğullarının kıpçak  kızı ile evlenmesine karşı çıkar. Delikanlı ise kıza deli gibi âşık olur ve aşkını şiirle mırıldanarak söyler. Kız bey kızıdır.Bey de kızını vermez bu delikanlıya.
Delikanlı sarışın güzel kızı kaçırmaya karar verir ve kaçırır. Kıpçak beyinin adamları iki kaçağın peşine düşer ve uzun bir takipten sonra bulurlar ve oğlanı öldürürler. O günden beri halkımız arasında bu hikâye dilden dile dolaşır.
Türkü Dadaş türküsüdür ve Rahmetli Faruk KALELİ hocamız türküyü derleyerek bugünkü hale getirmiştir. 

Atatürk Universitesi Fen-Edebiyat Fakultesi Tarih Bölümü öğretim Üyesi Yrd. Doc. Dr.Gürsoy Solmaz da, Sarı Gelin türküsünün kahramanı olan genç kızın 1130'lu yıllarda yörede hüküm süren Gürcü Penek Kralı'nin kızı olduğunu ileri sürmektedir.
Solmaz, ''Türkünün kahramanı kız ne Türk ne de Ermeni'dir.
Sarı gelin aslında Gürcü kızıdır. Demiştir.
Ancak Sarı Gelin türküsünün dilden dile dolaşmasınının, acıklı ve hüzünlü bir aşkın hikâyesi olmasından kaynaklandığı muhakkaktır…

Türkünün Sözleri
Erzurum çarşı pazar leylim aman aman
Leylim aman aman leylim aman aman sarı gelin


İçinde bir kız gezer ay nenen ölsün sarı gelin aman
Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

Erzurum'da bir kuş var leylim aman aman
Leylim aman aman leylim aman aman sarı gelin

Kanadında gümüş var ay nenen ölsün sarı gelin aman
Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

Elinde divit kalem leylim aman aman
Leylim aman aman leylim aman aman sarı gelin

Katlime ferman yazar ay nenen ölsün sarı gelin aman
Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

Palandöken güzel dağ leylim aman aman
Leylim aman aman leylim aman aman sarı gelin

Altı mor sümbüllü bağ ay nenen ölsün sarı gelin aman
Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

Vermem seni ellere leylim aman aman
Leylim aman aman leylim aman aman sarı gelin

Niceki bu halimse ay nenen ölsün sarı gelin aman
Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim


NOT:
Sarı Gelin türküsü, Kuzeydoğu Anadolu coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman'dır. Diğer kavimler, Kıpçakları "sarışın" anlamına gelen "Kuman" adıyla veya bu anlama gelen başka kelimelerle anmışlardır.

Bazen...

Bazen...
Bazen sesin duyulmadığı çığlıklar yükselir yüreğinden!!
Gün olur ki sanki uyandıkların kayıp gider ellerinden..
Herşey yokken var, varken yok edenin adını düşünürsün kendince içinden..
İstesende kurtulamazsın bu ince sızının elinden...
Ne yapsan dolduramazsın yerini "O" lütfedip vermeden.. 
Ta ki Vedud ismi dillenir, bir gün ansızın çıkagelir..
Çünkü O sevgidir ve ancak O isterse kalpleri dize getirir..
Vedud ismine tecelli olmak duasıyla.. 

25 Ocak 2013 Cuma

Çocuklarımıza Neler Oluyor?

Son günlerde çocuklar, işledikleri suçlarla gündemimizde… Anne ve babalar olarak her birimiz aynı soru üzerinde yoğunlaşıyoruz.”Çocuklarımıza neler oluyor?” Kalem tutması gereken o küçük eller, neden tabanca, bıçak gibi öldürücü, kesici aletler, sigara, uyuşturucu gibi zararlı maddeleri tutuyor? Gün geçmiyor ki, annesinin boğazını kesen, babasını öldüren, öğretmenini bıçaklayan, kapkaççılık, hırsızlık yapan  çocukların haberi verilmesin.. Bu çocuklara neler oluyor, onları suç işlemeye yönelten  sebep ne?
Uzmanların görüşüne göre, çocuklarımıza bir şey olduğu yok. Onları suça teşvik eden asıl suçlunun,  şiddeti içselleştiren ve özendiren toplum olduğudur...Bu bağlamda toplumun en küçük ve temel taşının aile olduğunu düşünürsek ilk etapta suçlu aile olduğu ortaya çıkıyor.Çünkü çocuğun  hayatla tanıştığı ve duygusal gelişimini tamamladığı ilk yer ailesidir...Dolayısıyla  ailenin çocuğa yaklaşımı,tavırları, ilgisi, ilgisizliği önemli etken.

Anlaşılamamak, engellenmişlik duygusu, ekonomik yetersizlik, haksızlığa uğradığını düşünmek, kaale alınmamak, sürekli eleştirilmek ve aşağılanmak çocukları suça iten  diğer faktörler.
Adapazarı'nda 15 yaşındaki bir çocuk cadde ortasında tartıştığı annesinin, ekmek bıçağıyla boğazını kesip, 5 yerinden bıçakladı, Hatay'ın Kırıkhan İlçesi'nde psikolojik sorunları olduğu ileri sürülen lise öğrencisi 18 yaşındaki genç annesinin boğazını keserek öldürdükten sonra intihar girişiminde bulundu. İzmir'de bir çocuk, oyun arkadaşını kalbinden bıçaklayarak öldürdü. Sakarya'da 10 yaşındaki kız çocuğu mağazada müşterinin çantasını alıp kaçarken yakalandı... gibi.
Daha endişe verici olan ise; yapılan araştırmalara göre suç işleme yaşının 7 yaşa kadar düşmüş olması. 
Çocuğu suça iten sebepler ve çözüm önerileri ile ilgili bir kaç uzman görüşüne baktığımızda;
Şiddet özendiriliyor.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Serdar Değirmencioğlu'na göre, şiddet 5 yıldır Türkiye'nin bir numaralı gündemi. Çocukların şiddete yönelmesini doğuran faktörlerin, toplumsal normlardan kaynağını aldığını ifade eden Değirmencioğlu, toplumsal yaşamın her alanında görülen şiddetin ara ara gerçekleştiğini söylüyor. Değirmencioğlu, sistemin işleyişi, ordunun elindeki gücün denetlenememesi, hala silahlı çatışmanın çözüm olduğuna inanan grupların varlığı, emniyetin sert yöntemlere inanması gibi faktörlerin genel çerçevede toplumda şiddeti özendirdiğini kaydediyor. Değirmencioğlu, yoksul ve aşırı göç alan mahallelerde çocukların şiddete daha fazla yöneldiğinin altını çiziyor. Uzman Psikolog Saynur Kaya ise, 
anlaşılmamak, engellenmişlik duygusu, ekonomik yetersizlik, haksızlığa uğradığını düşünmek, kaale alınmamak, sürekli eleştirilmek ve aşağılanmak gibi davranışsal ve zihinsel süreçlerin çocukları öfkelendirdiğine dikkat çekiyor. Kaya, "Öfke temel insani duygu, ancak öfkenin ifadesinde sorun yaşıyoruz toplum olarak" diyor. 
Medyanın etkisi 
Kaya'ya göre, şiddetin yer yer ödüllendirildiği durumlar da var. Çocuklar bunları gerek TV'lerde, gerek sokakta, gerek aile içinde gözlemliyorlar ve kendilerine model alıyorlar. Kaya, "TV dizilerine bakın, şiddetin kurumsallaşması ve şiddetin 'ulaşılmak istenen şeylere ulaşma aracı' olarak kullanılması ile karşılaşırsınız" diye konuşuyor.
Doç. Dr. Değirmencioğlu, medya çocukları şiddete özendiriyor görüşünü dile getiren Kaya gibi düşünmüyor. Değirmencioğlu'na göre, medya tetikleyen faktör gibi görünür ama etkisi ikincil planda. Değirmencioğlu, medya çocukları suça itiyor olsaydı şiddete bulaşan çocuk sayısının daha fazla olacağını dile getiriyor. 
Sizce medyanın etkisi nedir?
Peki ne yapılmalı? 
Doç. Dr. Değirmencioğlu'na göre, çocuğun hayatında kendisinin de taraf olduğu çözümler üretilmeli. Okullar demokratikleşmeli. Aileler çocuk yetiştirmeye hazır hale getirilmeli. Psikolog Kaya'ya göre ise, çocukları şiddet olgusuna yönlendirmemek için toplumun tüm aktörleri şiddetten arındırılmalı. Yoksa şöyle yapın böyle yapınlarla bir yere varamayız. 

Her ne yapılacaksa bir an önce yapılmalı! Konuşmaktan öte, icraat yapma zamanı...Bu bağlamda aile, okul, devlet toplum çözüm konusunda, ortak payda etrafında birleşmeli ve duyarlı davranarak herkes üzerine düşeni en kısa zamanda yapmalı. 
Aksi halde çocuklarımızı, geleceğimizi kaybediyoruz.






23 Ocak 2013 Çarşamba

MEVLİD KANDİLİNİZ KUTLU OLSUN..(Bu Yazı Bir çocuk Tarafından yazılmış, O nedenle okunmalı..)

"Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.'' (Tevbe:128)

Bu yazı bir çocuk tarafından yazılmış. Bana göre alim de olsa prof. da olsa bir kişi, duygularını bu kadar temiz ve sade anlatamaz. Bunun için çok anlamlı bu yazı...
 Ey alemlerin sultanı,
Senin yaşadığın dönemde ne çok zorluk vardı. Güneş gibi doğdun insanlığa. Yetimin babası,güçsüzün koruyucusu,darda kalanın kurtarıcısı,insanlığın rehberi oldun.
Cahiliye dönemi karanlıktı. Kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor,insanlar mal gibi alınıp satılıyor,kadına hiç değer verilmiyordu.Ve birgün sen geldin dünyaya.Bütün kainat seviniyordu.Kainatın efendisi,göklerin resulü gelmişti.Allah-u Teâlâ "Sen olmasan alemleri yaratmazdım buyuruyordu".Dünyaya gelmen ne büyük bir sevinçti Ya Resulallah.
O dönemde yaşayıp da seni görenler ne kadar şanslıydı Ya Resulallah.Senin yürüdüğün yollarda yürümek,seninle aynı camiide secde etmek,seni bir dakika bile görmek ne büyük saadet.Ağlayan bir çocuk gördüğünde başını okşayıp derdini sorardın.Torunlarını öpüp,onlarla şakalaşırdın.Güvenirliliğinle tanınırdın.Ya Resulallah yürüdüğün yollarda toprak olsaydım,gölgelendiğin ağaç olsaydım,dalından kopardığın çiçek olsaydım da seni görseydim.
Ama şimdi sen yoksun.Yetimin hakkı yeniyor.Sokak kaldırımlarında ağlayan biçare çocukların başını okşayan yok.Aksine her geçen bir tekme atıyor!Ya Resulallah sen "Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenip öğreteninizdir buyuruyordun.Şimdi öyle kimseler var ki Kur'an'a değer bile vermiyor.."Müslüman,müslümanın kardeşidir..." buyuruyordun.Kardeş kardeşin canına kıyar mı,kardeş kardeşin malını çalar mı Ya Resulallah?"Komşusu açken tok yatan bizden değidir" buyuruyordun.Şimdi insanlar komşusu açlıktan ölse bile tok yatıyor.Hem de hiç içleri acımıyor.Sen olsaydın böyle mi olurdu Ya Resulallah?
Ah keşke herkes seni örnek alsaydı. Herkes senin izinden yürüseydi.Kimsenin canı yanmazdı.Kaldırımlardaki çocuklar ağlamaz,yetimler unutulmazdı.Seni özledim Ya Resulallah.Nerdesin?Yine gel.Işığınla aydınlat kainatı.Seni,seni özledim Ya Resulallah.


YAŞAR GEDİKLİ
(Rabbim kabrini nur , makamını cennet etsin Hocamın..)

20 Ocak 2013 Pazar

Dombra Türküsü ve Hikayesi (Dombra ve Kopuzun Efsanesi )


Eskiden bir hanın kızı fakir bir delikanlıya âşık olur ve gizli gizli buluşurlar. Bu durumu fark eden han, delikanlıyı öldürtür. Ölen delikanlıdan hamile kalan kız, bir kız ve bir oğlan doğurur. Dedikodudan korkan han, çocukları jalmavuza, yani cadıya öldürtmeyi düşünür. Jalmavuz çocukları gözün görmediği, kulağın duymadığı bir yere götürüp yemyeşil yüksek bir ağacın başına; kızı doğuya, oğlanı batıya doğru çevirip bağlar. Çocukların gözyaşlarının ağaca değdiği yer çürümeye başlar…
Çam ağacının gövdesinden, Kesip de yaptığım kopuzum. Asi tekenin boynuzundan, Tiyek yaptığım kopuzum… Orta Asya Türk toplulukları pek çok alanda zengin bir kültürel kimlik oluşturmuştur. Efsane… ve diğer anlatılar sayesinde de köken bilgilerini günümüze kadar taşımışlardır. Türkler kullandıkları müzik aletlerinin değişik sebeplerle meydana geldiğine ve her aletin kendine ait bir tarihi olduğuna inanmaktadırlar.
 Bu manada Kazakistan’da yaygın olarak kullanılan ve hatırı sayılır bir geçmişe sahip olan “Dombıra ve Kopuz”un çıkışı ile ilgili bir çok efsaneden söz etmek mümkündür. Günümüz Kazakistan’ında kullanılan müzik aletleri içinde dombıra ve kopuz, artık müzik yapımcılarımızın sık kullandığı, dizi müziklerimizin vazgeçilmez enstrümanları hâlini almıştır. Telli çalgılar arasında önemli bir yere sahip olan dombıra ile yaylı çalgılar grubuna giren kopuz, en yaygın kullanılan ve üzerine birçok efsaneler yazılarıdır.
 İki Telli Dombıra Evlerin Duvarlarını Süsler
Kazak Türkleri arasında dombıra en yaygın, değerli telli çalgılardan sayılmaktadır. Halk arasında bu çalgıdan atalarının kalbinin sesini, gönül şarkısını dinledikleri inancı yaygındır. O yüzden Kazakistan’da duvarında dombıra asılı olmayan ev yoktur. Bu aletin bu kadar yaygın olmasının en başta gelen nedeni kolay taşınabilir olmasıdır; ikinci nedeni ise yapılışının kolay oluşudur. Bu çalgı uzun ince saplı olup sap başından gövde ucuna kadar iki tel gerilmektedir. Gövde oyuk, üzeri ince tabakayla kaplıdır. Dombıra mızrapsız, parmak uçlarıyla çalınır. Gövdesi Kazak motifleriyle süslenen bu çalgı, bütün ağaçtan içi boşaltılarak yapılır. Telleri bağırsaktandır. Eski şeklinde kulak bulunmamakta, maytap yerine aşık kullanılmaktaymış. Müzikçilerin teknikleri arttıkça telli aletlerin eski şekli korunarak gelişmeye başlamış.
 Ağacın İçindeki İki İp ve Hüzün Nağmeleri
Dombıranın çıkışıyla ilgili yaygın olan efsane hüzünlü bir hikâyeyi barındırır. Eskiden bir hanın kızı fakir bir delikanlıya âşık olur ve gizli gizli buluşurlar. Bu durumu fark eden han, delikanlıyı öldürtür. Ölen delikanlıdan hamile kalan kız, bir kız ve bir oğlan doğurur. Dedikodudan korkan han, çocukları jalmavuza, yani cadıya öldürtmeyi düşünür. Jalmavuz çocukları gözün görmediği, kulağın duymadığı bir yere götürüp yemyeşil yüksek bir ağacın başına; kızı doğuya, oğlanı batıya doğru çevirip bağlar. Çocukların gözyaşlarının ağaca değdiği yer çürümeye başlar. İki bebeğin kalp atışı durduğunda bu ağaç da yaşamını durdurur.
Kız ise halk arasında söylenenlere dayanamayıp ikizlerini aramaya yola çıkar. Gitmediği yer, çıkmadığı dağ kalmaz. Üzüntüyle günleri geceleri uykusuz geçer; umutla ayları, ağlamakla yılları geçer.
 Sonunda yorgun, hâlsiz kalan kız dinlenmek için çürümekte olan ağacın altına gelip uzanır. Uyuyakaldığında onu büyüleyici bir ses uyandırır. İyice dinleyince sesin ağaçtan geldiğini fark eder. Kız gündüz ikizlerini arar, gece ise bu ağacın altında hem dinlenir hem de ağaçtan gelen sesle gönlünü avutur. Günün birinde etrafına bakmak için ağaca tırmanırken onu devirir. Çok geçmeden rüzgâr esince ağaç tekrar canlanır. Kız onun sırrını araştırınca ağacın tepesinden dibine kadar oyuk olduğunu görür. Ağacın tepesinde incecik çekilmiş ipi görür. Bu ipler onun iki çocuğundan kalan iplerdir. Batıdaki ip serbest, doğudaki ip ise sert çekilerek bağlanmıştır. Ölmüş ikizinin ipleri olduğundan haberi olmayan kız ağacın bu şekilde bu güzel sesleri verdiğini anlar. Sonra kendisi de ağacı oyup iki ip bağlayıp çalmaya başlar. Çalınca çok güzel ses çıkarır alet. Kız, ipin gevşek olanına hüzünlü sesinden dolayı oğluna koyacağı Munlık (hüzün) ismini, sert çekilmiş ipe de sesinin acı olmasından dolayı kızına koyacağı Zarlık (aşırı üzüntü, hüzün) ismini verir. Aleti gece gündüz elinden bırakmayıp, ezgi besteleyip, halk arasında dolaşıp ikizlerini ararmış.
 Dombırayı İki Telli Hâle Getiren Cengizhan’ın Evlat Acısıdır
Dombıranın oluşumuyla ilgili başka efsane ise şu şekildedir: Cengizhan’ın büyük oğlu Joşıhan ava çıkar. Yaralı ceylanın peşini kovalarken vefat eder. Oğlundan habersiz kalan Cengizhan onun öldüğünü sezerek “Kim bana bu acı haberi söylerse onun boğazına kurşun dökeceğim.” der. Cengizhan’ın sertliğinden korkan vezirleri haberi vermeye cesaret edemezler. Buna daha çok sinirlenen Cengizhan tüm kahrını, acısını halktan çıkarmaya başlar ve halka zulmeder. Bu kadar ağır eziyetin altında kalan halkını bu ıstıraplardan kurtarmak ümidiyle Kerbuğa-küyşi Hanın huzuruna gelir, bildiklerini gizlemeden anlatmasını ister. Kerbuğa da bildiklerimi ben değil iki telim anlatsın der; “Aksak Ceylan” küyünü yazar ve dombırasıyla Cengizhan’a anlatır. Küyde Hanın katılığı, acımasızlığı, halkın çektiği ağır işkenceler, avcılık hayatı ve Joşıhan’ın ölümü anlatılır. Bunun hepsini çok iyi anlayan Cengizhan Kerbuğa’nın boğazına kurşun dökülmesini emreder. Fakat Kerbuğa acı gerçeklerin kendisi değil dombırasının ağzından çıktığını söyler. Böylece kurşun dombıranın gövdesine dökülür. Sıcak kurşuna dayanamayan dombıranın birkaç teli kopar, eskiden altı telli olan dombıra bugünkü iki telli hâlini alır.
 Efsaneden anlaşıldığı gibi müzik dilinin derinliği, ustalığı gerektiren alet çalma tekniğinin gelişmesi, müzik aletleriyle ilgili efsanelerde önemli bir role sahiptir.
Türkünün Sözleri
Kara kış köyüme gelende
Lapa lapa kar yere düşende
Dombıramı alırım
Yürek sazımı çalarım
Kaygılarımı hiç söylenmem.
Dombıra sazımı işiten babalar 
Manasına kulak veren analar
İşittiğini akıl yorarak,
Yürekleri titreyerek
Göz yaşlarını esirgemezler.
Nogayların derdi sayısız, her gününde 
Yiğitlerin uyumadığı günlerde
Yüreklerini cesaretlendiren
Savaşlarda güç veren
Görüp geçirmiş dombıra
Şamanlar Kopuzu Tedavide Kullanmıştır
Kazaklarda önemli olan bir başka çalgı ise kobızdır. Kobız, yayla çalınan telli çalgılardandır. Kobızın büyülü sesini asırlarca Şamanlar, törenlerinde hasta tedavi etmek, kötü ruhları kovmak gibi amaçlar için kullanmışlardır. Baksı veya Kam adı verilen bu Asya Türk tedavicileri, tedavi seansı sırasında kutsal saydıkları müzik aletlerine özel önem verirlerdi. Yayın tellere sürtünmesinden çıkan sesin, ata ruhu ile bağlantı kurmaya yardımcı olduğuna ve bu sesin iyi ruhları çağırıp kötü ruhları kovduğuna inanırlardı. Bu nedenle kılkobız baksılar tarafından kullanılmıştır.
 Dede Korkut’un Sazı Kopuz
Kopuz, Dede Korkut’un sazıdır ve yayla çalınır. Baş kısımdaki tellerin bağlandığı ses burgularından birisi güneşi diğeri ayı temsil eder. Gövdede telleri taşıyan köprü kısmının altı yeri, üstü de göğü temsil etmektedir.
 Geliştirilip dört telli orkestra kobızına dönüşen “Narkobız” da bunların devamı niteliğindedir. Kazaklar kılkopuzun Dede Korkut’la bağlantılı olduğuna inanmaktadırlar. İki telli kılkopuzun telleri at kılındandır. Gövdesinin üstü açık oyuktur, alt tarafı deriyle kaplıdır. Yüzü genelde düz değildir. O yüzden telleri yüksek durmaktadır. Diz üzerine konularak çalınır. Kopuzu çalmak için kullanılan ağaç yay şeklindedir. Kopuz yapmak için kayın, meşe, ıhlamur gibi ağaç türleri seçilir. Kopuz yapılacak ağaç fidanken özel bakıma alınır ve sadece sonbahar günlerinde kesilmektedir. Ustalar yılın diğer mevsimlerinde kesilen ağacı ham görmekte ve kullanmamaktadırlar.
 Dede Korkut Kopuzu Rüyasında Keşfeder
Dede Korkut’un kopuzu nasıl icat ettiği ile ilgili efsane günümüze kadar korunmuştur. Bu efsaneye göre; Korkut küçüklüğünden kavrama yetisi yüksek ve hafızası kuvvetli bir çocuk olarak büyür. O dönemde kullanılan müzik aletlerin hepsini çalabilecek seviyeye gelir. Fakat bununla yetinmeyen Korkut kendi elleriyle, insan ve hayvanların tabiat olaylarının, kâinattaki varlıkların sesini çıkarabilen bir müzik aleti yapmak istemiş. Aleti nasıl yapacağını çok düşünmüş, kesip getirdiği bir çam ağacının gövdesine tasarladığı şekli vermeye çalışmış. Fakat bundan sonra ne yapacağını bilemeyip çok zorlanmış. Günler hep böyle çam ağacına şekil vermekle ve nasıl bir alet yapacağını düşünmekle geçmiş. Bir gün artık iyice yorulan Korkut otururken bir anlık uykuya dalmış. Rüyasında bir melek ona: “Ey, Korkut! Yapmakta olduğun kopuz altı yaşındaki erkek devenin kemiği kadar olmuş. Fakat onun deve derisinden gövdesi, erkek keçinin boynuzundan oyularak yapılmış tiyeği (teli yüksek tutmak için altına konulan köprü), beş yaşındaki aygırın kuyruk kıllarından örülmüş işegi (bağırsak) eksiktir. Bunları sağlarsan, aletin kuş gibi ötmeye dünden hazırmış.” diyerek kopuzu nasıl tamamlayacağı hakkında bilgi verir. Korkut uyanır uyanmaz meleğin anlattıklarının hepsini yapmış.
 “Çam ağacının gövdesinden,
Kesip de yaptığım kopuzum.
Üyenkinin gövdesinden,
Oyarak yaptığım kopuzum.
Jelmaya’nın derisinden,
Şanak yaptığım kopuzum.
Asi tekenin boynuzundan,
Tiyek yaptığım kopuzum.
Beş yaşındaki aygırın kuyruğundan,
İşek yaptığım kopuzum.
Kulaklarını ayarlayayım,
Olmazsa bu dediklerim.
 Tekrar yere vurup seni parçalayacağım!” diyerek kopuzu eline almış, kendi elleriyle yaptığı bu müzik aletinin tellerinden güzel nağmeler dökülmeye başlamış. Uçan kuş, koşan hayvan, esen rüzgâr, bütün tabiat hareketlerini durdurmuş, kopuzun sesine kulak vermişler.
 Bibigül OSPANALİYEVA

19 Ocak 2013 Cumartesi

Çift pırpırlı mektup!

Mustafa Mutlu
Konferans davetleri nedeniyle Anadolu’yu karış karış dolaşıyorum. En son gittiğim yerlerden birinde sohbet bittikten sonra yanıma altmışlı yaşlarda bir beyefendi yanaştı.
“Ben yıllarca devlete hizmet ettim. Bunu daha sonra okumanız için size vermek istiyorum ama lütfen şimdi açmayın” dedi.
Verdiği bir zarftı, katlayıp cebime koydum.
Bir gün sonra İstanbul’a döndüm, ceketimi çıkarıp askıya asmak için ceplerini boşaltmaya başladım.
O sırada fark ettim zarfı ve hemen açtım. İçinden önce askerlerin “çift pırpır” dedikleri bir çavuş rütbesi çıktı.
Daha da meraklandım ve zarftaki mektubu çıkarıp okumaya başladım. Aslında bu mektubu yayınlamayacaktım ama... Fransa’da öldürülen teröristlerin dünkü cenaze görüntülerini izledikten sonra, farz oldu:
“Mustafa Bey. Şehrimize geleceğinizi duyduğum günden beri bu mektubu yazıp yazmamak konusunda karar veremedim. Şimdi yazıyorum ama size verip veremeyeceğimi bilmiyorum. Belki son anda vazgeçerim.
Eğer okuyorsanız; cesaretimi toplamışım demektir.
Beyefendi.
Mektubumun kahramanı biricik oğlum S.
Bir de kızımız var Allah bağışlarsa.
O sadece mektubumun değil, annesinin, benim, bütün ailemizin ve şehrimizin kahramanı. Bugün geldiğiniz kentte adını taşıyan bir ilköğretim okulu bile var.
Meslek Lisesi’nde okudu oğlum, motor bölümünde.
Okulunu bitirir bitirmez de mesleğiyle ilgili bir iş buldu. Takım anahtarları elinde kelebek gibi uçuşurdu. Cin gibi bir çocuktu. Askerlik yaşı gelince koşa koşa gitti. Annesi biliyormuş ama ben sonradan öğrendim, sevdiği bir kız varmış, onunla bir an önce evlenmek istiyormuş. O yüzden askerlik engelini önünden kaldırmakmış niyeti.
Askere 1998’in Mart ayında uğurladık oğlumu davulla zurnayla. Acemiliğini Bilecik’te jandarma olarak yaptı. Orada onbaşı oldu. Sonra dağıtımı Şırnak’a çıktı. Dağıtıma gitmeden önce memlekete uğradı, öpüşüp koklaştık. Bu, onu son görüşümüz oldu. Çünkü 6 ay 19 gün sonra şehit olduğu haberi geldi. Meşhur karakol baskınlarından birinde can verdi.
Haberi duyduğumuzda kahrolduk tabii, o bizim tek oğlumuzdu. Cenazesi, şehit haberinden üç gün sonra geldi. Biz karımla ve kızımla bu sürede bir karar verdik:
Ne cenazede, ne de cenaze sonrasında ağlamayacaktık. Çünkü gözyaşlarımız oğlumuzun ruhunu huzursuz eder diye düşündük.
Söz verdiğimiz gibi; gözyaşlarımızı içimize akıttık. 
1998’in on ikinci ayından beri, geçen ayın ortasına kadar kimse bizim ağladığımızı görmedi. Ne zaman televizyonda bir şehit haberi duysak, günlerce uykularımız kaçtı ama ağlamadık.
Karım, oğlumuzu toprağa verdiğimiz günden beri oğlumun arkadaşlarıyla karşılaşmamak için sokağa çıkmıyor. 14 yılda sadece 16 kez sokağa çıktı:
14’ü oğlumuzun doğum gününde kabristana gitmek için, iki kere de zorla hastaneye götürdüm.
Balkona bile çıkmıyor. Kendisini eve hapsetti. Evet; söz verdiğimiz gibi ağlamıyor ama yaşamıyor da...
Geçen aydan beri ise durum değişti Mustafa Bey.
Gece gündüz, durmadan ağlıyor. Ne yapsak, ne kadar yalvarsak durduramıyoruz. Kızımın kocası doktor, sakinleştirici hap veriyor, iğne yapıyor ama o bana mısın demiyor.
Neden ağladığını ise tahmin etmişsinizdir sanırım.
Devletimiz, adını bile anmak istemediğim o alçakla kaldığı inde görüşmeye başladı ve bunlara genel af gibi söylentiler çıktı ya işte o yüzden.
‘Helaaaaalllll etmeeeem, helaaaallll etmeeeem. O köpeklerin elini eteğini öpenlere hakkımı helaaaallll etmeeeemm’ diyerek hıçkıra hıçkıra ağlıyor.
Elbette biz de vicdan ve insaf sahibi her vatandaş gibi akan kanın dinmesini istiyoruz Beyefendi.
Suça bulaşmamış olanların kazanılmasını da istiyoruz.
Ama söz konusu olan cinayetse af yetkisi sadece maktulün annesinde, babasında, karısında ve çocuğundadır. 
Biz affetmiyoruz Mustafa Bey...

Nasıl affederim ki, onlar sadece oğlumu öldürmediler; kızımın, karımın, benim hayatımızı bitirdiler. Soframızdaki bereketi kuruttular, yüzümüzü soldurdular. Bizi canlı ceset haline getirdiler.

Müebbet hüzne mahkûm ettiler.

Ne yediğimizi biliyoruz, ne içtiğimizi.

Karım her gün beş vakit namazdan sonra, ‘Al benim de canımı, kavuştur oğluma Allah’ım’ diye dua ediyor; bu duaya 12 yıldır günde beş kez tanıklık etmek nasıl bir duygudur bilir misiniz Mustafa Bey...

Son yıllarda karımın bu sesli duasını duyduktan sonra ben de her defasında ‘Beni de unutma Ya Rabbim’ diyorum.

Allah bize oğlumuzun katillerinin yüzünün güldüğünü göstermesin. Adaletsiz acı, kanayan parmak bırakmasın.
Ve Allah, bizi yönetenler dahil hiç kimseye böyle bir acı yaşatmasın Mustafa Bey...
Bu mektubu size verirken bu kadar kararsız kalmamın nedeni, yine karım.
Hani siz yayınlarsınız da ona da yazınızı okuyan komşular haber verir ve acısı katlanır diye endişe ediyorum. Bu yüzden ne olur oğlumuzun ve şehrimizin ismini, bizim isimlerimizi yazmayın. Bizi tanıyan komşulardan da rica ediyorum; lütfen karıma haber vermeyin.
Fakat siz bu mektubumu yayınlayın ki her gün ekranlara birilerini çıkarıp, ‘Şehit aileleri İmralı’da sürdürülen uzlaşma çabalarını destekliyor’ diye haber yapan televizyoncular biraz utansın.
Öyle düşünen aileler de olabilir ve onlara saygı duyarız. Ama biz oğlumuzu bizden alan katilleri affedeni affetmeyiz.
Bu dünyada hesabını soramazsak bile öbür dünyada iki elimiz yakalarında olur.
Allah sizi, tüm yakınlarınızı ve milletimizi, bizim yaşadığımız acıları yaşamaktan korusun.”

Bana “İmralı’daki gizli görüşmelerde konuşulan çok önemli detay” haberleri gelmez...

Anadolu’yu gezerim; bir beyefendi buğulu gözlerle yanıma yaklaşır, elime bir zarf tutuşturur...

Açarım o zarfı; içinden şehit bir çavuşa ait “çift pırpır”la, babasının yazdığı bir mektup çıkar...

Yani halkım gibidir, bizim kaderimiz:

Bize hep acı düşer!
*****
GÜNÜN SORUSU

Sorum İmralı’da cezasını çeken teröristle pazarlık yapan devlet görevlilerine:

Yukarıdaki mektubu yazan babanın bana gönderdiği “çift pırpır”ı içinizden birine göndermek istiyorum. Kabul edebilecek kimse var mı?

Mustafa Mutlu
http://haber.gazetevatan.com

18 Ocak 2013 Cuma

EN BÜYÜK KİŞİSEL GELİŞİM KİTABI



Bakın Kuran-ı Kerim'de bizi yaradan Rabbimiz bize nasıl öğütler veriyor.
Bizi bizden daha iyi bilen olmaz deriz ya.
Yanılıyoruzdur aslında.
Bizi bizden daha iyi bilen biri var.
Bizi bizden daha iyi bilen Rabbimiz, yüce kitabında gören gözler için apaçık bir kişisel gelişim dersi veriyor.
Haşr 10: Muhatabına güvenmek istiyorsan, önce sen güvenilir ol.
Saff 2: Yalandan uzak dur.
Maun 4-5: Eleştirinin keskin bir bıçak olduğunu unutma. Söyleyeceklerini iyi tart.
İsra 37: Kibirli olma, alçak gönüllü davran.
Müddesir 1-5: Kendini fazla abartma.
Yunus 12: Vazgeçilmez olmadığını kabul et.
Rum 21: Tek başına mutlu olunamayacağını bil. Çevrenin mutluluğu için gayret göster.
Tekasür 1-2: Kibrine yenilip hep daha fazlasını isteyerek hayatını zehir etme.
En''am 50: Ön yargılarla hayatı kendine zehir etme.
En''am 60: Bildiklerinle açıklayamadığın şeyler, hayatının kâbusu olmasın.
Felak 1-5: Korkuların tutsağı olarak yaşamaktan vazgeç.
Fecr 27-28: En sevdiğin şeyleri, başkalarıyla paylaşmanın keyfine var.
Tekvir 25-27: Her şeyin üstesinden gelemeyeceğini asla unutma.
Hucurat 10: Büyüklük kompleksine kapılıp, insanları ezerek arkadaşlarını kendinden uzaklaştırma.
Bakara 156: Çaresizlik tuzağına düşme. Her zaman bir umut ışığı olduğunu aklından çıkarma.
Beled 5-6: Her şeye hakim olmak için uğraşıp hayatı yaşanmaz hale çevirme.
Muhammed 7: İyiliği karşılık beklemeden yap.
Vakıa 83-87: Ölümden korkmak yerine, ölüm gerçeğiyle yüzleş.
Bakara 263: Yaptığın iyilikleri unut. Anlatarak onları kıymetsizleştirme.
Furkan 63: Sana yapılan kötülüğün karşılığını vermek yerine öfkenin dinmesini bekle.
İnşirah 1-3: Seni huzursuz edecek işlerden uzak dur. İhtirasını törpüle.
Mücadele 7: Hiçbir sırrın sonsuza kadar gizli kalamayacağını unutma.
Rahman 7-9: Çıkarcı olma. Adil davran.
Tevbe 40: En zor zamanda bile kesinlikle ümitsizliğe kapılma.
Fatır 19-22: Senden iyi durumda olanlara bakıp üzüleceğine, senden zor durumda olanları görüp rahatla.
Hakka 33-35: Hayatının vazgeçilmezleri olsun. Onları küçük çıkarlar için asla feda etme.
Kalem 1-2: Yazdıklarının ve yaptıklarının peşini bırakmayacağını unutma. Gücünü insanların yararına kullan.
Münafıkun 4: Bencil olma, tebrik etmeyi bil.
Yusuf 32-33: Modern hayatın çarpıklaştırdığı kadın-erkek ilişkilerinin, hayatını esir almasına izin verme.
Ankebut 41: İyi bir dostun, paha biçilmez olduğunu aklından çıkarma.
Al-i İmran 92: İyilik yapma arzunu, şarta bağlama. Vermek almaktan daha büyük bir ihtiyaçtır, asla unutma.
Hacc 46: Kendini, hep daha iyiye ulaşmak zorunda olduğuna koşullama.
İbrahim 42: Merhametli olmaktan asla vazgeçme.
İsra 23: Anne ve babana ''off'' bile deme.
Nisa 149: Kendini sürekli övmekten uzak dur.
Enfal 56: Sözünüzde durmamanın utanç verici olduğunu aklından çıkarma.
Âl-i İmrân 139: Yaşadığın zorluklar karşısında kendini bırakma ve üzülme; hedefe ulaşmak inancını ve azmini korumayı, duygularına hakim olmayı gerektirir.
Furkan 43: Heveslerini kendine ilah edinme.
Necm 3: İnanma duygunu diri tut.
Nisa 58: Karar verirken, vicdanının sesini duymazlıktan gelme. 
YAŞAMAYI SEV, ÖLÜMÜ U NUTMA
YARATILANI SEV, YARATANI UNUTMA
MALI MÜLKÜ SEV, HESABINI UNUTMA
DÜNYA HAYATINI SEV, KABRİ UNUTMA
YALNIZ ALLAH'A DUA ET, BİZİ DE DUANA DAHİL ETMEYİ UNUTMA:)
ALLAH'A EMANET OLUN
ALINTI

17 Ocak 2013 Perşembe

Gitmek





Bu günlerde herkes gitmek istiyor
Küçük bir sahil kasabasına
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara…
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey…


Herşeyi, herkesi bırakıp gitme istegi.
Öyle “yanına almak istediği üç şey” falan yok.
Bir kendisi
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir..


Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hani kendimizden razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.

Böyle gidiyoruz iste.
Bir yanımız “kalk gidelim”,
öbür yanımız “otur” diyor.
“Otur” diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira…


iş, Güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu…
En kötüsü alışkanlık
Alışkanlıgın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz…
Kuş olup uçmak isterken, agaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler…
Bir çocuk daha doğurmalar…
Borçlara girmeler…
işi büyütmeler…
Bir köpek bile bizi gitmekten alıkoyabiliyor.

Misal ben…
Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,

iki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında

Herkes onu o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
“Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabi yapanlar, ama az
Sadece kaymak tabakası
Hepimiz kaçabilsek…

Bütçe, zaman, keyif… Denk olsa.
Gün içinde mesela…
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün
Sabah 9, aksam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.


Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma…
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?

Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç.
Ama olsun… istemek de güzel.


CAN YÜCEL


Not; Sevgili arkadaşım Nurten Hanıma ithafen...


16 Ocak 2013 Çarşamba

Utanmaktan Utanan Gençlik!

“Pek yakında utanmaktan utanan bir nesil gelecektir.” 
Necip Fazıl Kısakürek
    Üstat Necip Fazıl, Kahraman Maraş’ta verdiği bir konferansta “pek yakında utanmaktan utanan bir nesil gelecek” sözünü yarım asır öncesinden bu günün gençliğinin durumunu görüp haber vermiş. Bu sözün söylendiği zamanda genç olanlar tarafından yadırganmış olabilir. Lakin günümüzde gençlerimizin gençliğimizin durumu şairimizi haklı çıkarır durumda...
   Sevgili arkadaşım Müjde Dural'ın  birkaç gün önce bücürük ve ben isimli bloğunda paylaştığı," Ahlaksızlık Sıradanlaşırsa Sonunda Ne olur" başlıklı yazısında ifade ettiği öyle bir nesil yetişiyor ki,“TEK AMACI VAR: NE PAHASINA OLURSA OLSUN PARA KAZANMAK” sözüne kesinlikle katılıyorum.
Gençlerimizin tek isteği, amacı  emek vermeden, zorluk çekmeden, çaba sarf etmeden alın teri dökmeden kazanmak ve harcamak. En güzel yerlerden giyinmek, gezmek, eğlenmek yemek içmek...Yaşamanın gayesi sadece bundan ibaretmiş gibi davranış sergilemek.
 Gençlerin bu zafiyetinden kendilerine rant sağlamaya çalışan gerek medya ve gerekse gözünü para hırsı bürümüş para babalarının,  servetine servet katmak için, her yolu mübah saymaları, milli ve manevi değerlerimizi hiçe sayan ahlak dışı, insanlık dışı  davranışları allayıp pullayarak özendirmeleri de cabası.
 Sorumluluk, saygı, sevgi, edep, ahlak, utanmak, haya gibi değerlerden yoksun bir gençlikle karşı karşıyayız..
   Utanmayan insan her şeyi yapar. “utanmıyorsan dilediğini yap!” ikazını büyüklerimizden duymuşuzdur. Çünkü utanmayan insan her türlüğü kötülüğü, edepsizliği, vicdansızlığı yapmaktan çekinmez. Bu duruma  toplum da kayıtsız kalıyor bana değmesin de ne yaparsa yapsın felsefesi ile yaklaşıyorsa artık çirkinliklerin önü alınmaz bir duruma gelmiş demektir. Haksız yere öldürülen savunmasız, zavallı çocuklar, kadınlar. Çöp kutularına atılan bebekler. Üç kuruşluk altını için öldürülen yaşlılar. Gözler önünde kaza geçirip acı içinde kıvranan insanları sadece izlemek veya başım belaya girer endişesi ile o halde bırakıp gitmek... Toplumumuzda,  insanın tüylerini ürperten  kanını donduran öyle olaylara şahit oluyoruz ki, geldiğimiz ve gittiğimiz nokta hiç de iç açıcı bir geleceğe işaret etmiyor.

Oysa insanın en güzel süsüdür utanması, utancından dolayı yüzünün kızarması.İnsan olduğunun göstergesi. Utanmak insanın kalitesini gösteren bir güzelliktir.
  Utanan insan saygılıdır, edeplidir, faziletlidir, güzel ahlaklıdır. Vicdan merhamet sahibidir. İnsana, hayvana, doğaya karşı merhametlidir. Emek vermediği şeye sahip olmak istemez. Hakkı ve halkı korur gözetir. Erdemli haya  sahibidir.
Bu güzel değerler  önemsenmeyerek utanılacak ve unutulacak bir duruma getiriliyor. 

    Artık utanmaktan utanan bir nesil yetişiyor.Utanması gerekenden utanmayan, ama utanmaması gerekenden utanan bir nesil…                
    Utandırması gereken, ahlaksızlık, faziletsizlik, haksızlık, merhametsizlik ve sevgisizlik olması gerekirken günümüzde, bu insani güzelliklerden dolayı utananlar ayıplanıyorlar,eksik ve noksan olarak görülüyorlar. Hatta böyle kimselerin durumu, içine kapanık, pasif, a sosyal, basiretsiz biri gibi algılanıp kişilik bozukluğu olarak gösteriliyor.
   Sevgili Müjde'nin yazısında ifade ettiği gibi, kapitalist dünyanın aldatıcı süsüne kaptırdık kendimizi gidiyoruz.Her şeyimizi paraya endeksledik.Bizi bir arada tutacak ne kadar güzel değerler varsa onları sıradanlaştırdık.. İnsana  saygı hak getire. Vicdansızlık, merhametsizlik, edepsizlik, riya, kap kaççılık, adam kayırma, diz boyu. Rabbena hep bana demekten, yardımlaşmayı paylaşmayı unuttuk. 
 Toplum olarak öylesine kanıksadık öylesine kabullendik ki, utanmak, yüzümüzün kızarması şöyle dursun, görmezden anlamazdan geliyoruz çoğu şeyi..  
Bedirhan Gökçe'nin bir şiirinde ifade ettiği gibi;
..."Eskiden utanınca yüzü kızarırdı tüm ergenlik kızların(gençlerin)
Şimdi yüzü kızarınca utanır oldularsa suçu kimde bunların...!
Kuzum degişmeyen neydi eskiyen ne
zaman mıydı değişen yoksa değişmek kirlenmek için bahanemiydi
Biz mi büyüdük ar yıkanmaz mı utançla
Geçmi kaldık yoksa geçmi kaldık
Avuçlarımızdan kayıp giden sabahla"

Kabul edelim suç hepimizde!..

Hanife Mert










9 Ocak 2013 Çarşamba

Kara Tren Türküsü ve Hikayesi


    


                           TÜRKÜ HİKAYESİ
Birden durdu, başını öne eğdi, yere sanki saydammışçasına toprağın binlerce metre derinindeki bir noktaya bakarak:-Sanırım artık gelmez dedi.
Anlamamıştım, daha doğrusu konuştuğumuz konuyla bir alaka kuramadım.. Bu nedenle söylediğini teyit ettirdim.Sonra da saf saf kim gelmez!!? diye sordum..
Başını kaldırdı, önce gözlerimin taa içine, sonrada ufka baktı:
-Babam dedi. Sanırım artık gelmez!!... 

Yıl 1915 Osmanlının birçok cephede savaştığı her türden levazımın gerekli olduğu gibi her şeyden önce de savaşacak asker lazımdı. Büyük kayıpların verildiği, gidenlerin geri dönmediği çoğunun akibeti bilinemediği günler.. İnsanımız istasyonlarda sabahlıyor.. Ümitle beklenen kara trenler kara haber getiriyor çoğu zaman. Anaların, bacıların, eşlerin, gözleri ağlamaktan fersiz düşmüş çaresiz bekleyişi...Bekledikleri bir defa ölmüş ama o her kara tren gelişinde bir defa daha ölen kadınlarımız. Yorgun, bitkin ve başı eğik kara tren acı bir çığlık atarak uzaklaşıyor. İnadına yaşatılmaya çalışılan ümitleri, o korkunç bekleyişleri bir ağıta dönüşüyor;
"Kara tren kara yılan gelmez olaydın,
Gül yarimi elimden almaz olaydın
Ya da bir türküye:

Gözüm Yolda Gönlüm Darda
Ya Kendin Gel Ya Da Haber Yolla
Duyarım Yazmışsın İki Satır Mektup
Vermişin Trene Halini Unutup
Kara Tren Gecikir Belki Hiç Gelmez
Dağlarda Salınır Da Derdimi Bilmez
Dumanın Savurur Halimi Görmez
Gam Dolar Yüreğim Gözyaşım Dinmez
Yara Bende Derman Sende
Ya Kendin Gel Ya Da Bana Gel De
Duyarım Yazmışsın İki Satır Mektup
Vermişin Trene Halini Unutup
Kara Tren Gecikir Belki Hiç Gelmez
Dağlarda Salınır Da Derdimi Bilmez
Dumanın Savurur Halimi Görmez
Gam Dolar Yüreğim Gözyaşım Dinmez

Ruhu şad olsun!   bu topraklar için toprağa düşen şehidlerin gazilerin... Dilerim bu millet, bu acıları bir daha asla yaşamaz!..


Kaynak: derleme

7 Ocak 2013 Pazartesi

Artık Sevinçleriniz İz Bıraksın Yüreklerinizde!




İnsan neden sevinçleri mutluluğu değil de, hüzünleri  üzüntüleri yüreğinde gizler? Neden sevinçler değil de, hüzünler yürekte iz bırakır? 
İnsanın  hüzünlere acılara odaklanması; güzellikleri unutturur, kinini arttırır,onu mutsuz eder. 
En son size yapılan iyiliği hatırlıyor musunuz? 
Ya size en son kimin kötülük yaptığını?
Bize  iyilik yapan insanları çok çabuk unutur da, kötülük yapanları hiç unutmayız..
Terk ettiklerimizin sayısını bilmeyiz ama, bizi terk edenleri unutmaz  asla affetmeyiz
Biz iyi şeyleri unutmada hafızamızın zayıflığına sığınır,kötü şeyleri unutamama da kinimize bürünürüz.
Sürekli şikayet eder,sonunda  kendimizi mutsuz etmeyi başarırız. 
İnsan neyi düşünürse,kendini neye inandırırsa o gerçekleşir. Kötü olanı düşünmek, kötülüğe davetiye çıkarmaktır. 
 İyiliği güzeli düşünen güzeli görür, güzeli yaşar mutlu olur. 
Eşinizin,dostunuzun, çocuğunuzun, komşunuzun, arkadaşınızın,sevgilinizin, annenizin, babanızın, amirinizin, memurunuzun davranışlarını olumlu yönden görmeye çalışın. Kötü düşünmeye meyletse de  kalbiniz, iyi yönlerini düşünün. Kötülük, kin, nefret cana yüktür.
 Eksiklere hatalara, yanlışlara yoğunlaştıkça, eksildiğimizi görüyoruz. Enerjimizi kaybediyoruz, etrafa nefret eden gözlerle bakıyoruz. Oysa iyilikle, güzellikle,varlıkla uğraşmaktır asıl olan! Varlıkla, güzelliklerle  uğraşmak var olanı arttırır, var olan  güzellikler  çoğalır, bereketlenir. Kötülükle, eksiklerle, yanlışlarla hatalarla uğraşırsanız, var olan güzelliği de kaybeder hayatınızda eksiler çoğalır çoğu kere... 
Örneğin çocuğunuzun karnesinde ki; “beş” olan Türkçe notunu görmeyip “iki” olan matematiğe odaklanırsanız beş olan Türkçe nin güzelliğini yaşamaktan mahrum edesiniz kendinizi ve çocuğunuzu. Uzun yıllar birlikte huzur içinde yaşadığınız  eşinizin, dostunuzun küçük  bir yanlışında hatasında dünyanın en kötü insanı ilan edilmesi, iyilikleri gözardı etmek hayatınızda kötülüğü arttırır.
Çevrenizde umut saçan cıvıl cıvıl insanların olmasını istemez misiniz? Öyleyse önce siz etrafınıza umut saçın, neşeli cıvıl cıvıl olun! Bunu gerçekleştirebilmek için, yüreğinizi sıkan rahatsız eden olumsuzluklardan kurtulun. Size yanlış yapanları affetmekle başlayabilirsiniz mesela. Kırın inadınızı kurtulun geçmişin yüreğinize yük olan olumsuzluklarından. 
Somurtan, sürekli dert yanan, şikayet eden, hayata simsiyah gözlerle bakan birini siz ne kadar istemezseniz, emin olun başkaları da istemez…

Artık, sevinçleriniz iz bıraksın yüreklerinizde!
Hanife MERT





İslam sadece emirler ve yasaklar mıdır?

MÜSLÜMANLIK sadece namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekát vermek midir? Müslümanlık sadece "yap" veya "yapma" şeklinde ifade edilecek bir dizi emir ve yasaklar zinciri midir? Yani İslam’da sadece zina yapmak, kumar oynamak, içki içmek, karaborsacılık yapmak veya intihar etmek mi günahtır?
İslam’a dış kalıbı açısından bakanlar için, evet din sadece budur. Tabii ki bu saydıklarımın hepsi dindendir. Gereklidir. Ama din, daha doğrusu İslam sadece bu değildir. İslam’ın bir diğer yönü, yani haylice ihmal edilen bir terazi var ki sanıyorum sosyal yaralarımızın çoğu bu yönünün ihmal edilmesinden dolayı kangren haline gelmiştir.
Bugünkü yazımızda Hz. Peygamber’e biraz kulak kabartalım mı? Bakalım O’nun Medine mescidinden, ihmal ettiğimiz bu yönümüzü düzeltecek hangi sözler yansıyacak:
a) Sevgi ve kızgınlıkta ölçülü olmak gerekir:
Ebu Hureyre (RA) anlatıyor; Peygamberimiz şöyle buyurdu: Sevdiğin kimseyi ölçülü sev ki, bir gün sevmeyeceğin (kızgın olduğun, ayrıştığın) kişi olabilir. Sevmediğim bir kimseden de ölçülü bir şekilde uzaklaş (sevmezlik et) bakarsın bir gün çok sevdiğin biri olabilir.
İnsan ilişkilerini ve evrenin oturduğu dengeyi bundan daha güzel nasıl özetleyebilirsiniz.
Hepimiz sevgi ve nefrette ölçüsüzlüğün vurgununu yiyenlerden değil miyiz? Siyaset dünyasında ne de çok görünüyor değil mi? Kulakları sağır, gözleri kör eden işte bizim bu ölçüsüzlüğümüz değil midir? Sevgide ve nefrette insaflı olmak. Tapınmamak veya bir çırpıda silmemek. Dosta dostlukla ölçülü olmak, rakibe muhalefette dengeli olmak. İşte Peygamber çizgisi.
Hz. Peygamber "Dünyada ’Allah’tan başka’ her şeyimi feda edeceğim, gayrisini düşünmeyeceğim, ’bir Halil’ sevgili edinseydim Ebu Bekir’i (RA) edinirdim" diyor. Çünkü O’nun sevgisi ve dostluğu olmadan diğer dostluklar ne kadar da yavan, basit ve çapsız kalır değil mi?
b) Kibirli olmamak lazım; çünkü kibirli kişi cennete giremez:
Evet, aynen böyle buyuruyor: "Kalbinde zerre (hardal tanesi) kadar kibir ve büyüklenme olan kişi cennete giremeyecektir. Yine kalbinde bir hububat ağırlığınca iman olan kimse de cehenneme girmeyecektir." (Müslim, İmam, 31; İbn Mace, Mukaddine, 9)
Çünkü insan büyüklenecek hiçbir şeye sahip değildir ki! Güzellikse, bunu veren Allah’tır. Akılsa, bunu lütfeden de O. Zenginlik veya makamsa, daha becerikli olan nice insan çok daha düşük şartlarda hayatını devam ettiriyor değil mi? Peki neyinle kime karşı büyükleniyorsun öyleyse? Sendeki her şey nihayet bir emanet değil mi?
Bazı álimler bu hadisin ağır vurgusunu hafifletmeye çalışmışlardır. Zerre kadar kibirli olan hemencecik cennete girmeyecek, bedelini ödedikten sonra cennete girecek demişlerdir. Yoksa ebediyen girmeyecek anlamına alınmamalı demişlerdir.
"Hububat kadar iman olan cehenneme girmez" sözünü de öyle yorumlamışlar. Yani günahları çok olsa da ebediyen cehennemde kalmaz demişlerdir. Peygamberimizin bu sözlerini duyan bir sahabi soruyor: Ey Allah’ın elçisi. Ben elbisemin ve ayakkabımın güzel olmasından hoşlanırım. Bu kibir midir?
O cevap buyuruyor: Allah güzelliği sever. (Senin bu duyguların güzel duygulardır.) Fakat kibir, hakkı tanımamak ve insanları küçük görmektir. (İbn Mace, Mukaddine 9)
c) Utanmak, hayá imandandır:
Şöyle buyurur bir gün: "Hayá imandandır. İman edenin yeri ise cennettir. Hayásızlık, kötü söz konuşmak insanlara sıkıntı verip incitir. İnsanlara sıkıntı verip incitenin yeri ise cehennemdir." (Ahmed, Müsned 10108)
Günahtan utanmak hayádır. Hak yememek hayádır. Acımak hayádır. İnsanlara zulmetmek hayásızlıktır. Meşru hayatı terk etmek hayásızlıktır. İnsanları küçük görüp onları ezmek hayásızlıktır. İnsanlara tuzak kurmak hayásızlıktır. Hayásızlık yaparken erdemli görünme hayásızlıktır.
Allah’ın adını kullanıp insanları kandırmak hayásızlıktır. İnsanları Allah’tan koparmak hayásızlıktır. Dindar görünüp samimi olmamak, secde ederken riya taşımak, Kuran’ı Kerim okurken fitne peşinde olmak hayásızlıktır. Secdeye veya Kuran’a düşman olmakta hayásızlıktır.
Allah’la samimi olmak, insanlara merhametli olmak, herkese kapıyı açık tutmak hayádır, imandır.


Prof.Dr. Nihat Hatipoğlu


20 Şubat 2009  Hürriyet Gazetesindeki Makale

3 Ocak 2013 Perşembe

3 OCAK MERSİN'İMİZİN KURTULUŞ GÜNÜ KUTLU OLSUN

                                                                                  
         "Mersinliler, Mersin'e sahip çıkınız."

 Helal Olsun Mersin!!! 3 ocak böyle kutlanır!

Akdeniz'in incisi güzel Mersin'imizin düşman işgalinden kurtuluş günü olan 3 Ocak kurtuluş günümüz kutlu olsun. Şehitlerimizin ve gazilerimizin ruhları şad olsun. Kısa bir tarihine bakalım; 

20 Aralık 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması sonrasında, Fransız’lar, silah ve asker bakımından güçlü olmaları sebebiyle, Başta Mersin olmak üzere, Adana, Maraş, Urfa… gibi çok geniş bir alanda güç elde etmiştirler. Fransız’lar, belirtilen Mersin; ve çevre illerindeki geniş bölgede, Ermeni’ler ile bir devlet kurmayı amaçlamakta idiler. Fakat, bunun farkında olan Milli güçlerimiz, bir hareket gerçekleştirerek, Fransa’yı beklenmedik bir şekilde vurdu.

Fransa bu sırada, hem iç karışıklıklar yaşıyordu, hem de Milli güçlerimize karşı önemli kayıplar vermişti. Bundan dolayı pes etmek durumunda kaldı; ve öncelikle Ankara antlaşmasını tanıdı…
20 Aralık 1921 tarihinde Fethi Okyar tarafından imzalanan Ankara Antlaşması’nda, Mersin’in özerkliğinin tanınması da yer alıyordu… İmzalanan Ankara Antlaşması’nın sonrasında, Fransız’lar, kısa süre içerisinde, Kilikya bölgesinde işgal altında bulundurdukları yerleri boşaltmaya başladılar. Tarsus, 27 Aralık 1921′de boşaltılırken, Adana’da yer alan Türk alayından bir süvari birliği ve bir tabur da Mersin’e 3 Ocak 1921 tarihinde girdi… Böylelikle Mersin’in kurtuluşu gerçekleşmiş bulunuyordu

YENİ KİTABIM YOLCULUK ÇIKTI!

Uzun bir aradan sonra merhaba diyerek yeni döneme başlamak istiyorum. Bir süredir bloğumdan ve   değerli blog arkadaşlarımdan uzak kaldım. S...